2 Aralık 2012 Pazar

Cesaret Ana ve Çocukları

14/11/2012
İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesi

Oyuncu ile izleyiciyi iç içe yerleştiren sahnelerden biri olan İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesi'nde izledik bu oyunu. Oldukça sade dekoruyla oyun hemen önünüzde oynanırken sanki izleyici değil, oyunun bir parçası gibi hissediyorsunuz kendinizi. Oyunun yöneteni Ayşe Emel Mesci. Orkestra oyunundaki başarısından sonra bu oyunda da onun ismini görmek şaşırtıcı değil. Sanırım benim bir tiyatro oyunu izlemekteki kişisel beklentilerim ile Mesci'nin sundukları bu kadar uyuştuğu için en çok beğendiğim oyunlarda yöneten olarak hep onun ismi yer alıyor...

Mesci'nin belirttiği gibi oyun, savaşın soyut kavramlarla, edilgin yüklemlerle ifade edilemeyecek kadar somut ve insan iradesine bağlı vahşi bir siyaset/ticaret olduğunu, üstelik bu vahşetin sorumluluğunun sadece savaş kararını alanlarla sınırlanamayacağını, merkezinde onların yer aldığı dalgalar halinde tüm toplum kesimlerine yayıldığını, bunun bir sistem sorunu olduğunu anlatıyor. Üstelik oyunda savaşa karar verenler, o siyaseti yönetenler değil; kurulan bu "savaş oyunu"ndan kendilerine de bir pay çıkarmaya çalışan "kantinci" bir kadının, çocuklarının, aşçıların, rahiplerin, hayat kadınlarının, köylülerin, askerlerin, sıradan insanların hikayeleri, daha doğrusu "savaş içindeki biyografileri" anlatılıyor...






Oyunun temel karakteri Cesaret Ana, çocuklarını savaşa "kaptırmamaya" çalışan bir ana ile savaş zamanı açılan işleri nedeniyle savaştan aslında o kadar da nefret etmeyen tüccar kişiliği arasında sıkışıp kalmış biridir. Delikanlıları orduya katmaya çalışan komutanlardan uzak tutmaya çalışırken oğullarını, aynı komutanlarla ticaret konuşmaktan alıkoyamaz kendini örneğin. Ne birinden vazgeçebilir ne diğerinden...  Yine de  üç çocuk anası birinden beklenmeyecek kadar para düşkünü, diğer insanlara önem vermeyen, çıkarı olmayan hiçbir işe girişmeyen bir kadın yönü ağır basmaktadır. Her şeye rağmen, çocukları ve kendisi için hayatta kalmak uğruna ticaret yapması tabii ki kızılacak bir şey değil; ancak bende bıraktığı izlenime göre Cesaret Ana, anaç yönünden ziyade tüccar yönünün ağır bastığı bir kadın... 

Cesaret Ana, bir taraftan savaştan kendine pay çıkarma derdinde, daha çok ticaret yaparak daha çok para kazanma peşinde iken diğer taraftan savaşa bir asker dahi vermek istememektedir. Ancak başçavuşun dediği gibi "Savaşın sırtından geçinmek isteyen, ona bir şey vermek zorundadır!" Çocukları ile para arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığı her durumda para cazip gelecek; doğrudan evlatlarından vazgeçmese de yaptığı seçimler evlatlarını yitirmesine sebep olacaktır.


Cesaret Ana'da insanı tedirgin eden bir başka özellik, para kazanmak uğruna savaş istemenin sadece zengin kesime özgü olmadığını, toplumda en alt sınıftakilerin dahi savaştan kazançlı çıkabileceklerine dair bir inanç beslediklerini gözler önüne sermesidir. Bu inanç yüzünden  Ana, yıllarca süren savaşların bitmesi için çalışmak yerine barışın gelmemesi için dua etmektedir. Kimsenin savaşı istemeyeceği, herkesin barış yanlısı olduğunu sanarak yaşayıp giderken kendi küçük dünyamızda, böyle insanların da var olduğunu gösteriyor oyun. "Savaş çıksın da elimdeki horozu daha pahalıya satayım" derdine düşerse köylü, kim ne diyebilir ki silah üreticilerinin savaşı desteklemesine?  

...

Oyuncuların performansları, özellikle Cesaret Ana'yı canlandıran ve neredeyse tüm sahnelerde yer alan Sükun Işıtan'ın yaklaşık 3 saat süren oyun boyunca hiç dinmeyen enerjisi takdire şayan. Ayrıca, oyun sonunda selama çıkan oyuncuların heyecanını, gözlerindeki ışıltıyı görmek insana, tüm müdahalelere rağmen tiyatronun devam edeceğine dair umut aşılıyor.

Oyunda tek "olmasaydı da olurdu" dediğim şey, oyun esnasında sözlerini dahi anlamadığım şarkılar oldu. Oyunlarda yer alan bu şarkılardan kişisel olarak hiç hazzetmiyorum. Zaten çoğunda ne dediklerini anlamıyorum. Sanatsal açıdan eminim bir amacı vardır; ancak tiyatro eğitimi almamış bir izleyici olarak oyunu kavramamda bana yardımcı olduğunu düşünmüyorum.

Oyundan çıktıktan sonra 'Keşke yapsaydım' dediğim bir şey de oldu: Oyunu izlemeden önce anlatılan dönem ve savaş ile ilgili biraz tarih bilgisi edinmek... Zira oyun, 1600'lü yıllarda yaşanan, temelinde protestan - katolik mücadelesi olan 30 yıl savaşlarını anlatıyor. Bu dönem hakkında yeterli bilgiye sahip olmadan izleyince oyunu, bazı sahneleri anlamak için zihin bir taraftan sahneleri izlerken bir taraftan o sahnelerin yaşandığı dönemi kurgulamakla meşgul oluyor. Sahneler arasında, hem savaşın gidişatı hem de bir sonraki sahnede anlatılacak olan olaylar hakkında genel bilgilerin yansıtıldığı bir perde kullanmış olsa da pek tabii bunlar yeterli olmuyor. Ayrıca, burada yansıtılan notlardaki yazım ve kelime hatalarının da okurken insanı rahatsız ettiğini ve Devlet Tiyatroları'na hiç yakışmadığını da söylemem lazım.

Devlet Tiyatroları'nın her oyun için hazırladığı, kimisi fazla bilgi içermese de kimisinde oldukça ayrıntılı bilgilerin, sohbetlerin, yorumların yer aldığı kitapçıklardan almanızı tavsiye ederim. Bu oyun için hazırlanan bu kitapçık, oldukça kapsamlı bilgiler içeriyor. Oyun yazarı ile yapılan söyleşiden, yönetmen tarafından kaleme alınan bir makale, metin analizi, oyunun öyküsü ve şarkı sözlerine kadar pek çok metni bulabilirsiniz bu kitapçıkta.

Ha unutmadan şunu da ekleyeyim: Oyun iki perdeden oluşuyor. Oldukça uzun süren ilk perde "Kahrolsun savaş!" diye coşkuyla bitip de bazı izleyiciler (nedense) kapanan perdeyi alkışlayınca oyun bitti hissine kapılabiliyorsunuz. Bizim izlediğimiz gün, ikinci perde başladığında salonun neredeyse dörtte biri boşalmıştı. İkinci perdeyi izlemeden gitmeyin sakın...

Selcan
02/12/2012
Ankara



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder