26 Aralık 2012 Çarşamba

Aşk Hastası


22/12/2012
Cüneyt Gökçer Sahnesi

"Mitolojik öyküde Prometheus, toprağı su yerine kendi gözyaşları ile yoğurarak elde ettiği balçıkla bir insan heykeli yapmıştır. Ne ki; cansızdır bu heykel. Aciz, biçaredir. Prometheus, kendi eliyle yaptığı bu insan heykelinin haline üzülmüş ve ateşin hükmedicisi Hephaistos'un ocağından bir kıvılcımı çalarak -kimi kaynaklara göre güneşten- bu heykele üflemiş, ona ruh ve can vermiştir..."


Sahne, bir tiyatro sahnesi... Divan edebiyatının ünlü şairi Şeyh Galib'in hayatı ile ilgili bir oyun sahnelenecektir; ancak oyuncu bundan pek hoşnut değildir. Zira o, Shakespeare'in, Goethe'nin oyunlarında oynamak istemekte; bu oyunu kaba ve değersiz bulmaktadır. Derken aynı oyunda rol alan kız arkadaşı, oyuncu ile bir tartışmalarının üzerine intihar eder ve oyuncu, sevgilisinin intiharının sebebini provalarını yaptıkları bu oyunda aramaya başlar... Bir taraftan kız arkadaşının intiharında kendinin de payı olduğunu düşünür, diğer taraftan engel olabilecekken olamadığı için çaresiz hatta suçlu hisseder. Böylece oyuna verir kendini, yemeden içmeden kesilecek kadar üstelik...

Oyuncu, herkes gittikten sonra tek başına tiyatroda kalıp provalarına devam ediyor. Ancak bir anda kendini oynadığı karakterle özdeşleştirerek oyunu "yaşamaya" başlıyor. O andan itibaren kah Şeyh Galib oluyor, dönemin şair geçinenlerine kafa tutarak yeni şeyler yazmak gerektiğini söylüyor; kah Aşk oluyor, Güzellik'e kavuşmak için çöller aşıyor, dağlar deliyor, yanıyor, yakılıyor... 


Şeyh Galib'in, "Saki medet! Bela pazarında dert saçıyorum. Sözüm bitti. Gam sermayesi tükendi. Gönlümdeki İsa'yı susturma, Gam'ın iyisine müşteri olmam için bana söz akçesi gerek. Şarap ver ey letafet gülü. Şarap ver ve neyi hikaye ettiğimi sor. Şems-i Tebrizi'nin feyziyle hayat bulan "ney" parçası kalemim. Aşk'ın sözlerine çeki düzen verip bana aşkın destanını söylet." diyerek eserini yazmaya başlamasıyla başlıyor oyun. Şairin bu medet çağrısı, yeni şeyleri yeni üsluplarla söyleme isteğinden kaynaklanıyor. Ancak aynı zamanda şairle yakın ilişki içinde olan dönemin padişahı III. Selim'in de Avrupa'da başlayan yenileşme hareketleri sonrasında özellikle orduda yapmak istediği yenilikleri izliyoruz. Her ikisinde de yeniliğin, sanatta olduğu kadar imparatorluğun toparlanmasında da etkili olacağı fikri hakim. Peki ya aşkta yenilik nasıl olacak? Güzellik aşka aşık olmuş bir kere, kız kısmı olarak kendini geri çekmek, "sevilen" olmayı beklemek yerine coşmuş duygularıyla "seven" olmuş... Aşk rahatsız bu işten, erkek olarak seven olmak, güzelliğin peşinden koşmak istiyor...

İstanbul alev alev yanıyor o dönem. Bir evde başlamış, yapıların çoğu ahşap olan İstanbul'un yarısını kül edecek kadar büyümüş. Durdurulamıyor... Şeyh Galib alev alev yanıyor o dönem.  Büyük bir aşka tutulmuş... Oyuncu alev alev yanıyor bugün. Bir taraftan düşüncelere dalmış, sevgilisinin intiharının ardındaki sebep, hüsn ile aşk, Şeyh Galib; diğer taraftan yan binada çıkan yangın tiyatroyu da sarmış... 

Oyun, oyuncunun zihninde yaşadığı bu zaman ile provaları yapılan oyun ve o oyunun geçtiği zaman arasında gel-gitlerden oluşuyor. Evde merakla oğlunu bekleyen annenin ara sıra çaldırdığı telefonu, bugüne taşıyor seyirciyi. Diğer zamanlarda ya Şeyh Galib'i izliyoruz ya da Hüsn ile Aşk'ın dansını. Dans, evet. Bol danslı bir oyun bu. Aşkın coşkunluğunu, dalgalanmalarını, hırsını, anlık mutluluk ve mutsuzluğunu çok iyi hissettiren danslar, bu açıdan çok başarılı. Tabi ki dansa eşlik eden müzik de öyle. Bu iki unsurun oyun içindeki tamamlayıcılığı iyi kullanılmış. Ancak eski dilde edebi cümleler de oldukça bol kullanılıyor oyun içinde. Bu kısımları anlamak zor doğrusu. Özellikle de bu oyun için esin kaynağı olan Hüsn ü Aşk adlı eseri okumayanlar için...

Oyunda zaman zaman sahnede elinde silah ile "Kalbim neresi?" diye soran sevgili, hem silah sesiyle zıplatıyor seyircileri yerinde hem de düşündürüyor aşk ateşinin başladığı kalbi... İnsan aşkla bir olunca kalp de bedenle bir olur mu?


Oyunda sanki birçok konu -ki her biri ayrı bir tiyatro oyunu olabilecek kadar yoğun- aynı anda işlenmeye çalışılmış. Gereğinden fazla bilgi/mesaj veriliyor, gereğinden fazla olay izleniyor sanki. İnsan oyundan çıkınca duygusal anlamda bombardımana tutulmuş gibi hissediyor ve doğrusu biraz fazla geliyor bu. Sahnede izlenenleri sindirmek zaman alıyor...

Her şeye rağmen, oyundan çıkınca Şeyh Galib ve Hüsn ü Aşk'a dair daha fazla bilgi edinme merakı içinde kalıyor insan. Sırf bu yüzden bile başarılı bir oyun bence. Üstelik bu bilgi edinme faslında konuya dair yeni şeyler öğrenince "Haaaa..." dedirtecek kadar dolu bir oyun. Zamanla, daha çok öğrendikçe ve daha çok düşündükçe üzerinde, daha çok şey oturuyor yerine ve oyun daha çok hoşuna gidiyor insanın. Yazar, Şeyh Galib'in hayatını, Hüsn ü Aşk isimli eserini çok iyi yorumlayıp çeşitli göndermelerle günümüzdeki oyuna bağlamış. Bazı izleyicilerin oyundan sıkılmasına sebep olsa da göze soka soka değil; düşündükçe, okudukça, bilgi sahibi oldukça çıkıyor bu ortaya. Sanırım oyundan beklediği de tam olarak bu Kenan Işık'ın. Zira oyunla ilgili yazısında şöyle söylüyor:


"Oynadığı karakterle özdeşleşerek çıktığı bu yolculukta, tıpkı şairin yaptığı gibi oyuncu da kendini yeniden kurgulayıp tasarlayacak ve sonunda güzelliğe, hakikate ulaşacak mıdır? Yoksa başaramayıp kaybolup gidecek midir o girdap kuyusunun ateşlerle, kanlarla dolu labirentinde?

Tiyatro sanatının evrensel değerleri ile Platon'la, Shakespeare'le, Goethe'yle içinde yaşadığı coğrafyanın kadim, bir anlamda yerli, etnik, kültürel değerlerini Şeyh Galib'i, Mevlana'yı uyum içinde buluşturup yeni ve özgün bir sanatsal anlayış ve estetikle mi icra edecektir sanatını? Yoksa işin kolayına kaçıp batılı modelleri taklit etmeye devam ederek şu günlerde tiyatro sanatına dayatılan basit, kolay anlaşılır, sıradan, kalabalıkların hoşuna giderek seyircilerin salonları tıka basa dolduracağı kaba saba oyunlarla mı?

Seyirciye, bugüne oranla gelecekte içinde daha adil, daha özgür, daha uygarca yaşayacağı yeni bir dünya, yeni bir hayat öneren oyunlarla mı? Yoksa tıpkı Sultan III. Selim'in, üç kıtada hüküm süren atalarından kalma görkemli imparatorluğunun bir çöküşe sürüklendiğini bir şairin de uyarıları ile fark etmesinin acısı ve hüznü ile giriştiği yenileşme hareketine engel olan ve sonunda onu sarayın karanlık koridorlarında boğazlayan anlayışla birebir örtüşen gelenekçi, bilineni tekrar etmekten öte bir anlamı olmayan kerameti kendinden menkul komik (!) oyunlarla mı?"


Oyunu izlediğimiz 22 Aralık günü, izlediğimiz sahneye de ismi verilen oyuncu, akademisyen, yönetmen ve daha birçok özelliği ile başarılar elde etmiş olan Prof. Dr. Cüneyt Gökçer'in ölüm yıl dönümünden önceki gündü. Onun için ufak bir anma töreni düzenlenmişti. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin'in bizzat sunduğu bu törenin sonunda Cüneyt Gökçer'in, seyircilerin arasında bulunan eşi Ayten Gökçer sahneye davet edildi. Konuşmasıyla, ses tonuyla, tavırlarıyla o kadar sempatik ki Ayten Gökçer; bir taraftan asaletine hayran bıraktı diğer taraftan 3 sene önce kaybettiği eşini çok seven ve özleyen birinin samimiyetiyle herkesi duygulandırdı.

Selcan
26.12.2012
Ankara



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder