18 Aralık 2011 Pazar

Fırça Darbesi

Her bir karesi geometrik açıdan uyumlu bir tabloya, nasıl olduysa düşüvermiş bir unsur gibi hissediyorum kendimi. Ressamın eli kayınca yanlışlıkla ekleyiverdiği bir fırça darbesiyim...

Elif Şafak
Siyah Süt


12 Aralık 2011 Pazartesi

Kal!


Bak, yine sağ elim o kalemde.
Sol elim, yırttığımı sandığın o resimde.
Sen, yine sonsuzum; ben, bu kez yorgunum...
Dokunsan hayalinde boğulurum.
Ellerim gizledi gerçeği!
Dışı tütün kokan o hasreti...
Bunca yıl yapamam, dur, hayır!
Gururum bu aşkın tek serveti...

Kal!..
Bu sözler dönmen için yazılmıyor!
Sanma ki hiç içim sızlamıyor...
Öldürmez ayrılık.
Oysa ki pişmanlık öldürüyor!..
Kal!..
Bu sözler dönmen için yazılmıyor!
Sanma ki hiç içim sızlamıyor...
Öldürmez ayrılık.
Oysa ki gerçekler öldürüyor!..





11 Aralık 2011 Pazar

Unut Gittiğin Bir Yerde



Adının karşısında acı yazıyor bütün sözlüklerde.
Ne desen küfür gibi,
Senden yana cümleler
bile!

Gülüşlerim vardı benim...
Ben kimim, ben nerdeyim?
Tam karşıya geçerken bıraktığın o el benim!

Bir de sen bırak beni!
Unut gittiğin bir yerde.
Kim kaldı ki?
Çok büyüdüm sayende!..

Tabirim caiz değil.
Numunem yok; sende kalsın aslım!
Müstakil bir masaldı; bitti işte...
Ben aynı haytayım!

Gülüşlerim vardı benim...
Ben kimim, ben nerdeyim?
Tam karşıya geçerken bıraktığın o el benim!

Bir de sen bırak beni!
Unut gittiğin bir yerde.
Kim kaldı ki?
Çok büyüdüm sayende!..






27 Kasım 2011 Pazar

Otobüsün Arka Camı

Hayat... Bir otobüsün arka camından yolu izlemek gibi...

İlk duraktan uzaklaşıyoruz git gide. Yolumuzda ilerledikçe o ilk durakları göremez, hatırlayamaz oluyoruz. Yol akıyor, zaman geçiyor... Geçmiş, güya, olduğu gibi karşımızda. Bazen, gece yol alırken yolu tam görememek gibi, anlam veremiyoruz yaşananlara. Yanlış yola sapmışız gibi hissediyoruz, otobüs şoförü ters yönden gidiyormuş gibi, bizi hiç bilmediğimiz bir yere götürüyormuş gibi...

Kafamızı ön cama çevirince nereye gittiğimizi görecekmişiz gibi geliyor. Yaptığımız tercihler, seçtiğimiz yollar, işler, eşler, arkadaşlar... Yönlendirebiliyormuşuz gibi hayatımızı... Ama bilmiyoruz ilerde otobüsün tekerleğinin patlamayacağını. Yolun açık olup olmadığını bilmiyoruz. Çıkmaz sokakta ilerlemediğimizi bilmiyoruz! Tek bildiğimiz arka camdan gördüğümüz yol...

Hayat... Hareket halindeki bir otobüsün arka camından geçtiğimiz yolu izlemek gibi...

Selcan
14.10.2009
Ankara






No Superman

I can't do this all on my own;
I'm no superman!

Maybe sometimes bad things happen for a reason.
Be careful though. Because around here, if you start to believe bad things happen for a reason, it hurts that much more when they aren't!

Scrubs

21 Kasım 2011 Pazartesi

Sevilme Korkusu

Sanırım ben sevmekten değil, sevilmekten korkuyorum. Beni seveni sevememekten korkuyorum. O yüzden de biri bana aşık olacak diye ödüm kopuyor! Önce ben seveyim, sonra benim sevdiğimin bana aşık olmasını bekleyeyim istiyorum.

Sevilmeyi bilmiyorum ben, sevilen olmayı bilmiyorum.
Sevilmekten çok korkuyorum!

Selcan
Mart 2008
Ankara


20 Kasım 2011 Pazar

Şafak Türküsü


Beni burada arama, anne!
Kapıda adımı sorma!
Saçlarına yıldız düşmüş,
Koparma anne!
Ağlama!...

Kaç zamandır yüzüm tıraşlı,
Gözlerim şafak bekledim.
Uzarken ellerim,
Kulağım kirişte...
Ölümü özledim anne!
Yaşamak isterken delice!..

Bugün görüş günü;
Günlerden salı .
Islak sarı bir yağmur...
Ülkemin neresine bakarsa ay,
Orada yitik bir anne ağlıyor!
Sen aralıyorsun yağmuru;
Acıdan sırılsıklam alnına siper edip elini,
Sonra bir umut koşuyorsun;
Yüreğin avucunda ısırırken çırpıntı gözlerini...

Ah verebilseydim keşke,
Yüreği avucunda koşan her bir anneye,
Tepeden tırnağa oğula ve kıza kesmiş bir ülkeyi armağan!
Koşma anne!
Birdenbire batacak olan, düş denizinde yarattığın umut sandalıdır!
Oysa benim için gece,
Işık hızıyla koşan kısa ve soğuk bir zamandır...
Bu yüzden boğuk seslerle geldiler bir şafak!
Uykusuz, yorgun ve korkak...

Sanırım baytardı,
Yüreğimin depreminde Richter ölçeği çatlarken
'Ölebilir' raporu veren beyaz önlüklü doktor.
Boş ver Hipokrat amca!
Üzülme ne olur!
Sen de anne; sen de üzülme...

Hücremin dört bir köşesinde el ayak izlerimi,
Ciğerlerimde yırtılan bir çığlıkla hazır beklediğim
Ve korkunç bir sabırla birbirine eklediğim
Korkak kahraman gecelerimi,
Düşlerimle sınırsız
Diretmişliğimle genç
Şaşkınlığımla çocuk devrederken sırdaşıma;
Usulca açılıyordu yanağımda tomurcuk!

Pir Sultan'ı düşün, anne...
Şeyh Bedrettin’i, Börklüce'yi, Torlak Kemal'i düşün, anne!
Hala kanaması nedendir faşizmin göğsünde
Utangaçlığı bile vuramadan yanaklarına yaşının,
Onsekizinde ölümüne pervasız yürüyen ince bilekli, çıplak ayaklı Tanya'nın...
Deniz'i düşün anne,
Her mayıs şafağında uzun uzun döverken darağaçlarını...
Ve o şafaktan doğma onbir yaşını çiğneyip yürüyen çocukları!
İnsanları düşün anne!
Düşün ki; yüreğin sallansın...
Düşün ki; o an, güneşli güzel günlere inanan mutlu bir yusufçuk havalansın...

Sıcak omuzlar değerken omzuma,
Buz üstünde yürüdüm yıllar boyu, bayraklar ve türkülerle...
Kopunca memelerinden o mükemmel yaşama,
Kurşunlar sıktılar alnıma!
Açık alanlarda, ağır kartalların konup kalktığı yalçın kayalardan biriydim.
Ölüp dirildim yeniden, güneşli güneşsiz akşamlarda...

Mutlu yarınlar adına, özgürlük adına, ekmek adına...
Üstüne vardım kuyruğu kanlı itlerin!
Dirilip dönmesin diye Hiroşimalar,
Tahtadan atların boynuna çıplak ölümlerle yatmasın diye çocuklar,
Aç gözlerle bakmasın diye çocuklar...
Kardeşlik adına; havadaki kuş, denizdeki balık adına!
Yürüdüm yıllar boyu...
Dönüp bakmadım arkama!
Iraktı gözlerim, çok ırak...
İzim kalır mı bilmem yürüdüğüm yolda.
Kalsa da silinir gider...
Yalnızca bir ağıt gibi çakılır, ardımca gelenlere gözlerimi yaktığım yer!

Tören adımlarıyla ölmek ne garip şey, anne!
Kanlı karanlık bir oyunda başoyuncuyum,
Bütün gözler üstümde...
Sürüyor gecenin karnında şafağa bakan oyun.
Masa üstünde üşüyen bir sigara,
Yanında küçücük bir cam bardak,
İçinde rengi bu gecenin...
Cılız, titrek bir kibrit; kağıt, kalem, sandalye...
Geride flu, yağlı, büküm büküm bir ip...
Ve çingene kuralına uygun, değişmez dekoru mudur
İdam mahkûmunun?

Kırılacak cammışım gibi davranıyorlar;
Yüzlerinde zoraki çatılmış bir hüzün...
Oysa birazdan boynumu kıracaklar!
Pul pul dökülecek yaz sıvası eylülün!...

Ben ölümü asıl, az ötede titreyen çingenenin kara kıllı ellerinde gördüm!
Anladım ki; küllenen sigaradır;
Soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm!..
Yani benim güzel annem,
Alaca şafağında ülkemin,
Yıldız uçurmak varken
Oturup yıldızlar içinde,
Kendi buruk kanımı içtim!..

Ne garip duygu şu ölmek!
Öptüğüm kızlar geliyor aklıma...
Bir açıklaması vardır elbet, giderken darağacına!
Geride, masa üstünde boynu bükük kaldı kâğıt, kalem...
Bağışla beni, güzel annem!
Oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana...
Elleri değsin istemedim,
Gözleri değsin istemedim!
Ağlayıp koklayacaktın;
Belki bir ömür taşıyacaktın koynunda!..

Usul adımlarla yürüdüm ömrümü.
Karşımda kurum kurumlaşan darağacı...
Tarlakuşu korkmaz ki korkuluktan;
Ökse de olsa dört bir yanı!

Birdenbire acıdı boynum...
Gelecekler var birbiri ardınca; genç, yakışıklı...
Ne olur, işçi kadınım;
Az yumuşak dik şu kefenin yakasını!

Yaşamak ağrısı asıldı boynuma.
Oysa türkü tadında yaşamak isterdim...
Çiçekleri kokmak, ırmakları akmak,
Yaz boyu çobanaldatanlara aldanmak,
Su başlarında, aylak sektirmek kavalımı...
Sonra bir çocuğun afacan bacaklarında,
Anavarza kayalıklarına tırmanmak isterdim!
O güzel günleri görenler arasında,
Bir soluk ben de yaşamak isterdim...
Bir de Luvr müzesinde seyretmek gizliden,
Öperken Siya-u Jakond'u tebessümünden...
İşte o an saçlarından yakalamak dolunayı...
Bir de yirmibeş kilometreden görebilmek Nazım'ın gözleriyle pırıl pırıl Moskova'yı!

Ölmek ne garip şey, anne!
Bayram kartlarının tutsaklığından aşırıp bayramı,
Sedef kakmalı bir kutu içinde vermek isterdim çocukların ellerine...
Sonra, benim güzel annem;
Damdan düşer gibi vurulmak isterdim bir kıza!

Künyemi okudular; suçumuz malum...
Gecenin kıyısında durmuşum.
Kefenin cebi yok; koynuma yıldız doldurmuşum...
Koşun çocuklar, çocuklar koşun!
Sabah üstüme üstüme geliyor!..
Yanlış mı duydum, yoksa erkenci bir horoz mu ötüyor?

Keskin bir acı bilenmiş;
Gitgide yaklaşıyor sonum...
İri sözlerim yoktu söyleyecek...
Usulca baktım yüzlerine.
Bin yıllık iskeletleri, çatırdayarak göçtü ayaklarının dibine!

Korkutamadılar beni, anne!
Avlunun ortasında çatık bir kaş gibi duran darağacı,
Bir zaman rüzgârda saçını tarayan telli kavak değil mi?..
Boynumdaki kemendi bir öğle sonu bükerken o kız,
Sarı sıcak sevdasını düşünmedi mi?

Söyle, anne!
O çingene, bir çiçek bahçesi kadar sıcak sokağımızdan
Bağıra çağıra geçen bohçacı kadını sevmedi mi çılgınca?
Kurulmuş tuzaklar yok artık yolumda...
İşkenceler, zindanlar, hücreler...
Savunmak yok mutlu tok bir yaşamı;
Açlık grevlerinde beynimi bir sıçan gibi kemiren mideme karşı!..

Kısacası, güzel annem;
Bir çiçeği düşünürken ürpermek yok.
Gülmek, umut etmek, özlemek...
Ya da mektup beklemek, gözleri yatırıp ıraklara...

Ölmek ne garip şey, anne!
Artık duvarları kanatırcasına tırnağımla,
Şaşkın, umutlu şiirler yazamayacağım!
Mutlak bir inançla gözlerimi tavana çakamayacağım!
Baba olamayacağım örneğin...
Toprak olmak ne garip şey, anne!
Ceplerimde el yerine balyoz taşırken,
Korkunç bir merakla beklerken kurtuluş haberlerini
Ve yüreğimin ırmakları taştı taşacakken ölmek ne garip şey, anne!

Uçurumlar; ki sende büyür!
Dağlar; ki sende göçer...
Ben yaprak derim, çiçek derim,
Çam diplerinde açmış kanatlarını kozalak, derim...
Gül yanaklı çocuğa benzer...
Yine de oğlunu yitirmek, kim bilir ne garip şey, anne!

Beni burada arama, anne!
Kapıda adımı sorma!
Saçlarına yıldız düşmüş,
Koparma anne;
Ağlama...

Kırıldıysa düş evinin kapısı,
Bütün kırık kapıların çağrılışıyım!
Kızların yanaklarında çukurlaşan,
Biten, başlayan aşkların ortasındayım...
Her kavgada ölen benim!
Bayrak tutan, çarpışan...
Her kadın, toprağı tırnaklayarak doğurur beni!
Özlem benim, kavga benim, aşk benim...

Bekle beni, anne;
Bir sabah çıkagelirim!
Bir sabah, anne, bir sabah...
Acını süpürmek için açtığında kapını;
Umarım kurtuluş haberleriyle dönmüş olur,
Çam ve kekik kokuları içinde acı yüzlü çocuklar...
O zaman, nasıl indirilmişlerse şen şakrak;
Öylece kalkar uykudan şalterler!
Dişleyip tükürmeden sigaralarını,
Türkü tadında giyinirken işçiler!..

Bir sabah, anne, bir sabah...
Acını süpürmek için açtığında kapını,
Adı başka, sesi başka nice yaşıtım;
Koynunda çiçekler; çiçekler içinde bir ülke getirirler!
Başlarını koymak için yorgun dizine,
Sen hazır tut dizini, anne, o mükemmel güne!..

Nevzat Çelik


19 Kasım 2011 Cumartesi

Orkestra


12/11/2011
Stüdyo Sahne

Klasik 'salona gir, perdenin açılması ile sahnede gösterilen oyunu uzaktan izle' deneyiminden çok daha farklı bir deneyim yaşatacak bir oyun bu. Öncelikle oyun, sahnenin dışında, ta binanın girişinde başlıyor. Erken gelip de oyun saatini, girişteki masalarda oturarak bekleyen izleyiciler de bir anda kendini oyunun bir parçası olarak buluyorlar!

Bir restoran burası. Nazilerin yahudileri topladığı kamplardan biri olan Auschwitz kampından her nasılsa kurtulmuş 3 kadın, 30 sene sonra Brüksel'de buluşuyorlar. Birden, belki unutmak belki de unutmamak için kendilerini zorladıkları geçmişe dönüyorlar. Bir anda bir tren sesi ve bağrışmalar içinde bina dışından nazi askerlerinin copları arasında insanlar koşturuyor içeri. Bu esirler ilerdeki vagona bindiriliyorken seyirciler de bir anda esirler gibi vagonun olduğu alana sokuluyor. Etrafımızda nazi askerleri, düdükler, coplar ile vagonda olanları izliyoruz...

Oy
unun vagon kısmı bitince -yani tren kampa ulaşınca- esirler yine itiş kakış vagondan indirilerek salona sokuluyor. Ardından seyirciler, nazi askerlerinin copları ile bağırtılar arasında içeri giriyor. İçerisi karanlık, korkunç... Etrafta askerler dolanıyor, köpekler havlıyor! O ortam bile yetiyor, yaşananların ne kadar insanlık dışı olduğunu anlamaya... Hele bir de esirlere yaptıkları muameleleri görünce; kıyafetleri, yemekleri, askerlerin davranışları, gaz odalarına insanların gönderilişi... Oyun, o günleri çok güzel yansıtıyor izleyiciye...

"ARBEIT MACHT FREI" kampın sloganı. "Çalışmak özgür kılar" olarak çevirmişle
r oyunda. Çalışmak... Yaşamak için tek yaptığın bu! Çalışamıyorsan, hastaysan, sakatsan zaten ölüsün orada!



Oyunun ana temasında da çalışan, çalışmak zorunda bırakılan müzisyenler var. Bir kadınlar orkestrası; ki bu kadınların hayatta kalmalarının bir tek koşulu var: iyi bir orkestra olmak ve kendileriyle aynı yazgıyı paylaşan tutukluların işe gidişlerine, gaz odasına gönderilmelerine müzikleriyle eşlik etmek... Hem de verdikleri konserlerle klasik müzik düşkünü cellatlarını memnun etmek! İyi bir orkestra oldukları ve istenen eserleri düzgün çalabildikleri sürece hayatta kalabilecekler, bu onlar için bir şans gibi görünebilir. Ama bu mudur gerçek sanatçının yapması gereken? "Sen sanatçısın. Nerede, nasıl, hangi şart altında olursa olsun sanatını en iyi şekilde ifa etmeyi hedeflemelisin." diyor orkestranın şefi Alma. Peki ya bu, arkadaşlarının gaz odasına gönderilişinde canileri eğlendirmek için de geçerli mi? Bu canavarlığı yapanları eğlendirdiğini bilmek sanatın, sanatçının anlamını sorgulatmaz mı insana? Müziğin, bu muhteşem sanatın böyle bir vahşete alet edilmesine hem tanık hem aracı olmak koymaz mı insana!
Ünlü bir şarkıcı da vardır kampta esirlerin arasında: Fania. Ve onun hayranı kadınlar, erkekler... Hayranlarından biri zaman zaman ortaya çıkıp "Fania! Yaşa!" diyor. Yaşamak... Bu kampta tek gaye hayatta kalmak mı? Yaşa, inatla yaşa, her şeye rağmen yaşa, düşmana inat bir gün daha yaşa! Peki ya insanca yaşamak? Onuru kırılmadan, aşağılanmadan yaşamak? Sırf "insan" olduğu için birbirini sayan insanlar olamadıktan sonra, Polonyalı, Yahudi, Alman, komünist, direnişçi, asker olup olmadığını umursamadıktan sonra...yaşamak için umut kalır mı insanda?

Oyunun yönetmeni Ayşe Emel Mesci, şunları söylüyor oyun hakkında:
Arthur Miller'in senaryosunun adı Playin For Time. Zaman Kazanmak için Müzik Yapmak diye çevrilebilir. Orkestra üyeleri, bir nazi subayının komutuyla her an sona erebilecek hayatlarını biraz daha uzatmak umuduyla konserler verirken bir yandan da 'hayatın kendi ritmi içinde' kalmaya devam ediyorlar. Oyunu sahneye koyarken şu soruyu sık sık sordum kendime: Evet, ölçek, koşullar, dönem, her şey apayrı; ama biz çok mu farklıyız? 'Zamanı biraz daha uzatmak' için nelere göz yumuyoruz şu adaletsiz dünyada? Bizim "orkestra"mız kimler için çalıyor peki?

Oyundaki müzikler de canlı. Bizzat oyuncular tarafından çalınıyor. Bu da oyunu benzersiz yapan özelliklerden biri...
Oyun, kah ön sahnede kah arkada, kah yukarda kah aşağıda devam ediyor. Binanın her yanını sahne olarak kullanmışlar. Sahne düzenlemesi çok başarılı. Etraftaki tel örgüler, yataklar, vagon, gaz odaları, yukarıda askerlerin gelip gittiği, köpeklerin havladığı koridorlar...

Oyuncularl
a izleyiciler iç içe. Hatta dikkat edin, yanınızda oturan kişi seyirci değil, bir oyuncu bile olabilir! Oyunun arasında ve sonunda da sürprizler var!

Sahnede bir de ekran var. Olayların gerçek görüntülerini tüm yalınlığıyla gösteriyor seyirciye... O zamanlarda yaşananları tüm çıplaklığıyla sergiliyor. Oyundaki yaş sınırına kesinlikle uyulması gerektiğine, o görüntüleri görünce ikna olacaksınız! Oyundan, nedense Maria Mandel ile Fania Fenelon'u canlandıran Miraç Eronat ile Zeynep Hürol'un rollerini değiş tokuş yapmaları daha güzel olacakmış gibi bir hisle çıktım. Onun dışında giysilerinden dekoruna, müziklerinden ışığına kadar her şeyini çok beğendiğim bir oyundu. Hem kendinizi o günlerde yaşayanların yerine koyup onların yaşadıklarını biraz olsun hissedebilmek hem de alışılmıştan çok farklı bir tiyatro deneyimi yaşamak için kaçırılmaması gereken bir oyun.
Oyundan sonra insanın diline bir şarkı takılıp kalıyor:
Bugün dua ettim hepimiz için.
Yüce Tanrı insanı affetsin!..


Selcan
12/11/2011
Ankara

11 Kasım 2011 Cuma

3 gün istirahat

İçimdeki hassasiyeti törpülemek için rapor istiyorum hayattan.
Dinlenmeliyim evde...

"Hayati enfeksiyon için 3 gün istirahati uygundur."

Selcan
Eylül 2008

10 Kasım 2011 Perşembe

Ey Ata

Ey Ata,
Çocukların unutmadı seni sen gideli,
Her gün kalplerinden and içiyorlar
Kırmak için sana uzanan o kirli eli.

Asz

29 Ekim 2011 Cumartesi

Cumhuriyet Bayramı


Mustafa Kemal'in, kutlamalarını vefatına kadar her sene büyük bir coşkuyla izlediği Cumhuriyet Bayramı, O'nun vefatından sonra da kutlanmaya devam ettiyse...

Milletin, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olduğu durumlarda da kutlanacaktır!

Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun!..


28 Ekim 2011 Cuma

Memleket Nire?

HEMŞERİM MEMLEKET NİRE?

Kendimi bildim bileli yollarda tükettim koskoca bir ömrü.
Bir uçtan bir uca gezdim şu fani dünyayı.
Okumuşu, cahili, yoksulu, zengini...
Hiç farkı yok, hepsi aynı!
Sonunda ben de anladım hanyayı Konya'yı!

Sanki insanlık pazara çıkmış, ekmek aslanın ağzında...
"Bir sıcak çorba içer misin?" diyen yok.
Dört duvarı ören çatısını kapatıp içten kilitlemiş kapıyı!
"Bir döşek de sana serelim, buyur." diyen yok.

Tek bir soru: Hemşerim memleket nire?
"Bu dünya benim memleket."
"Hayır, anlamadın. Hemşerim esas memleket nire?"
"Bu dünya benim memleket."
Tövbe, tövbe, tövbe...

Kardeşlik ve eşitlik üzerine uzun uzun nutuklar çekip
"Niye senin derin benden daha koyu?" diyen çok!
"Kaşının altında gözün var!" diye silahlanıp ölüme koşarken
Kalan dul ve yetim ne yer ne içer, soran yok...

Barış garibim, bulamadı çözümü; oturdu, etti bunca sözü.
"Gelin, hep beraber anlaşalım." diyen yok!
Zaten paramparça bölünmüş ve yaşanmaz olmuş dünyamız;
Daha fazla kesip bölmeye hiç gerek yok!

Tek bir soru: Hemşerim memleket nire?
"Bu dünya benim memleket."
"Hayır, anlamadın. Hemşerim esas memleket nire?"
"Bu dünya benim memleket."
Tövbe, tövbe, tövbe...

Barış MANÇO


27 Ekim 2011 Perşembe

Sormak Yetersiz

Herkes soruyor.
...ama cevabı dinleyen yok.
"Nasılsın?" diyorlar mesela, "Günün nasıl geçti?" diyorlar, "Neden moralin bozuk?" diyorlar.
Sormak yetiyor ilgilendiklerini göstermek için. Cevabı merak etmiyorlar. Dinlemiyorlar...

-Nasıl geçti günün?
-Biraz sıkıntılıydı bugün. Sabah işe gittiğimde....
-Bir çay mı koysak? İçeriz değil mi? Ya eve şu ayaklı lambalardan alalım mı? Hatta evde zeytin kalmamış, çıkmışken ona da bakarız.
-...

Selcan
27/10/2011
Ankara

24 Ekim 2011 Pazartesi

Toprak Ananın Evlatları

Ve toprak ana
Hıncını üstündeki evlatlarından çıkardı...

Selcan
23/10/2011
Ankara




23 Ekim 2011 Pazar

Devlet Babanın Evlatları

Ve devlet, bir evladına diğer evladını öldürterek varlığını korudu!
Ya "öldürülen terörist" oldu evlat ya da "şehit"...

Selcan
22/10/2011
Ankara


19 Ekim 2011 Çarşamba

Delikler

Bakış açınıza bağlı olarak bir ağı iki şekilde tanımlayabilirsiniz. Normal olarak onun, balık yakalamak için tasarlanmış, düğümlerden oluşan bir araç olduğunu söyleyeceksiniz. Ama mantık kurallarını pek de çiğnemeksizin bu görüntüyü tersine çevirebilir ve ağı, şakacı bir sözlükbilimcinin bir zamanlar yaptığı gibi, "İple birbirine bağlanmış bir delikler derlemesi" şeklinde tanımlayabilirsiniz.

Flaubert'in Papağanı
Julian Barnes



13 Ekim 2011 Perşembe

Başkent


Ankara'nın dardır yolu
Düşman aldı sağı, solu
Sen gösterdin paşam bize
Öyle günlerde doğru yolu

9 Ekim 2011 Pazar

Böcek


03.07.2011
Kütahya-Ankara karayolu

4 Ekim 2011 Salı

Uzmanlık

Sizin bana atfettiğinizden çok daha değerliyim, sizin verdiğiniz işlerden çok daha niteliklisini yapabilecek kapasitedeyim!

Karşınızda kim var sanıyorsunuz! Her türlü amele işinizi yaptırıp katma değerli işlerden bihaber bırakıp yetişmemi engellediniz. Başkalarının yaptığı özensiz işleri bana dosyalatıp üst düzeye karşı piyon olarak kullandınız.

Toplantılara kendiniz gittiniz, projelerde kendiniz yer aldınız. Yetmedi; raporları bile kendiniz yazıp imla hatalarını kontrol etmemiz için bize gönderdiniz. Uzman nerede? Uzmanlık nerede? Hani uzmanlık kuruluşuydu burası? Ne yetiştiriyor ne yetişmesine izin veriyorsunuz.

Bizi o kadar hor kullandınız ki; elinizde pırıl pırıl genç insanlar var iken şimdi bir yığın umutsuz, özgüvensiz, motivasyonsuz, yetişmemiş et yığını kaldı!

Hayrını görün...

Selcan
04.10.2011
Ankara

30 Ağustos 2011 Salı

Mustafa Kemal!


“Mustafa Kemal! Kaldır da başını Anıtkabir’den memleketin şu haline bak!”


18 Ağustos 2011 Perşembe

Korku

Korkuyorum...

Haberlerde hiç tanımadığım o insanların başına gelenleri gördükçe bile yüreğim parçalanıyorken... Aynı şeyin benim başıma gelmesinden korkuyorum.

Sonra korkmaktan korkuyorum. Sonra korkumdan korkuyorum.

Sonra bu korkunun diğer insanlar için yaşadığım korkudan daha büyük olduğunu görüyorum ve kötü biri olmaktan korkuyorum.

Korkuyorum...

Selcan
18/08/2011
Ankara



13 Ağustos 2011 Cumartesi

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Ay Dolunay


14.07.2011
Çıralı, Antalya




22 Temmuz 2011 Cuma

Çağın Kurbanı

... Yaşadığın çağın seni kurban etmesine izin verme. Bizi çökertecek olan, yaşadığımız dönem olmadığı gibi toplum da değil. Suçu topluma atarsan o zaman çözümü toplumda ararsın. Tıpkı Çevre Şenliği'ndeki zavallı ruh hastaları gibi. Günümüzde bireyleri ahlaki sorumluluktan aklayıp onlara toplumsal koşulların kurbanları muamelesi yapma eğilimi var. Bunu yersen bedelini ruhunla ödersin. Kadınları kısıtlayanlar erkekler değil, eşcinselleri kısıtlayanlar heteroseksüeller değil, siyahları kısıtlayanlar beyazlar değil. İnsanları kısıtlayan, kişilik eksikliği. İnsanları kısıtlayan, kendi filmlerini yönetmek bir yana, o filmde başrol oynayacak büzüğe ya da düş gücüne bile sahip olmamaları...

Ağaçkakan
Tom Robbins

16 Temmuz 2011 Cumartesi

26 Haziran 2011 Pazar

8 Haziran 2011 Çarşamba

6 Haziran 2011 Pazartesi

Umuda Sarılmak

... Madem bitecek, bari süründürmeden sona erebilseydi. Sürüncemede kalması, yalpalaması, noktalanmadan evvel uzun uzun can çekişmesi belki de en beteriydi. Bu sürünceme, insana hala bir şeylerin düzelebileceği ümidini veriyordu. Kof bir ümit. Umutsuz bir durum karşısında umuda sarılmaktan daha vahim, daha aptalca ne olabilirdi ki?...

Elif Şafak
Baba ve Piç


3 Haziran 2011 Cuma

Haziran'da Ölmek Zor

...

orhan kemal'in güzel anısına

işten çıktım
sokaktayım
elim yüzüm üstümbaşım gazete

sokakta tank paleti
sokakta düdük sesi
sokakta tomson
sokağa çıkmak yasak

sokaktayım
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

havada tüy
havada kuş
havada kuş soluğu kokusu
hava leylâk
ve tomurcuk kokuyor
ne anlar acılardan/güzel haziran
ne anlar güzel bahar!
kopuk bir kol sokakta
çırpınıp durur

çalışmışım onbeş saat
tükenmişim onbeş saat
acıkmışım yorulmuşum uykusamışım
anama sövmüş patron
ter döktüğüm gazetede
sıkmışım dişlerimi
ıslıkla söylemişim umutlarımı
susarak söylemişim
sıcak bir ev özlemişim
sıcak bir yemek
ve sıcacık bir yatakta
unutturan öpücükler
çıkmışım bir kavgadan
vurmuşum sokaklara

sokakta tank paleti
sokakta düdük sesi
sarı sarı yapraklarla birlikte sanki
dallarda insan iskeletleri

asacaklar aydemir'i
asacaklar gürcan'ı
belki başkalarını
pis bir ota değmiş gibi sızlıyor genzim
dökülüyor etlerim
sarı yapraklar gibi

asmak neyi kurtarır
sarı sarı yaprakları kuru dallara?
yolunmuş yaprakları
kırılmış dallarıyla
ne anlatır bir ağaç
hani rüzgâr
hani kuş
hani nerde rüzgârlı kuş sesleri?

asılmak sorun değil
asılmamak da değil
kimin kimi astığı
kimin kimi neden niçin astığı
budur işte asıl sorun!

sevdim gelin morunu
sevdim şiir morunu
moru sevdim tomurcukta
moru sevdim memede
ve öptüğüm dudakta
ama sevmedim, hayır
iğrendim insanoğlunun
yağlı ipte sallanan morluğundan!

neden böyle acılıyım
neden böyle ağrılı
neden niçin bu sokaklar böyle boş
niçin neden bu evler böyle dolu?
sokaklarla solur evler
sokaklarla atar nabzı
kentlerin
sokaksız kent
kentsiz ülke
kahkahanın yanıbaşı gözyaşı

işten çıktım
elim yüzüm üstümbaşım gazete
karanlıkta akan bir su
gibi vurdum kendimi caddelere
hava leylâk
ve tomurcuk kokusu
havada köryoluna
havada suçsuz günahsız
gitme korkusu
ah desem
eriyecek demirleri bu korkuluğun
oh desem
tutuşacak soluğum

asmak neyi kurtarır
öldürmek neyi
yaşatmaktır önemlisi
güzel yaşatmak
abeceden geçirmek kıracın çekirgesini
ekmeksiz yuvasız hekimsiz bırakmamak

ah yavrum
ah güzelim
canım benim / sevdiceğim
bitanem
kısa sürdü bu yolculuk
n'eylersin ki sonu yok!
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

nerdeyim ben
nerdeyim ben
nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz siz
kimsiniz?
ne söyler bu radyolar
gazeteler ne yazar
kim ölmüş uzaklarda
göçen kim dünyamızdan?

asmak neyi kurtarır
öldürmek neyi?
yolunmuş yaprakları
ve kırılmış dallarıyla bir ağaç
söyler hangi güzelliği?

kökü burda
yüreğimde
yaprakları uzaklarda bir çınar
ıslık çala çala göçtü bir çınar
göçtü memet diye diye
şafak vakti bir çınar
silkeledi kuşlarını
güneşlerini:
«oğlum sana sesleniyorum işitiyor musun, memet,
memet!»

gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
üstümbaşım elim yüzüm gazete
vurmuşum sokaklara
vurmuşum karanlığa
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

bu acılar
bu ağrılar
bu yürek
neyi kimden esirgiyor bu buz gibi sokaklar
bu ağaçlar niçin böyle yapraksız
bu geceler niçin böyle insansız
bu insanlar niçin böyle yarınsız
bu niçinler niçin böyle yanıtsız?

kim bu korku
kim bu umut
ne adına
kim için?

«uyarına gelirse
tepemde bir de çınar»
demişti on yıl önce
demek ki on yıl sonra
demek ki sabah sabah
demek ki «manda gönü»
demek ki «şile bezi»
demek ki «yeşil biber»
bir de memet'in yüzü
bir de güzel istanbul
bir de «saman sarısı»
bir de özlem kırmızısı
demek ki göçtü usta
kaldı yürek sızısı
geride kalanlara

nerdeyim ben
nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz?

yıllar var ki ter içinde
taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
3 haziran '63'ü

bir kırmızı gül dalı
şimdi uzakta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
yatıyor oralarda
bir eski gömütlükte
yatıyor usta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
okşar yanan alnını
bir kırmızı gül dalı
nâzım ustanın

gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
bir basın işçisiyim
elim yüzüm üstümbaşım gazete
geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
şuramda bir çalıkuşu ötüyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor


Hasan Hüseyin Korkmazgil

...

19 Mayıs 2011 Perşembe

Mustafa Kemal Paşa Samsun'da

Ey Türk gençliği,
Kalk, uyan! Yoksa ardı hicrandır!


12 Mayıs 2011 Perşembe

Şükür Ki Dua Hala Bedava!

Top mermisi alana şarapnel bedava...

Çanakkale'deyim. Alışverişte...

Top mermisi aldım bu sene.

Kovan aslında.
120 milimetre çapında.
İngiliz malı.
50 lira istedi köylü.
10 liradan açtım kapıyı.
5 can mı aldı patladığında?
15 mi acaba?
30 liraya bağladık işi.

3 parça da şarapnel ikram etti.
Ayağımız alışsın... Avanta.

Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'na göre, Çanakkale'deki savaş malzemeleri tarihi eser niteliği taşıdığı için, satılması yasak güya... Karışan eden yok.
Alenen, gırla.

Mermi çekirdeği aldım mesela.
İki tane.
Sarılmışlar birbirlerine...
Biri Anzak.
Biri Türk.
Havada çarpışıp, kaynamışlar.
“40 lira” dedi.
“Oha” dedim.
20'ye bıraktı.

Metrekareye altı bin mermi düşmüş,
iki merminin çarpışma ihtimalinin
600 milyonda bir olduğu belirtiliyor.
E bu orana bu fiyat, kelepir bi nevi...
Sar dedim. Sardı gazete kağıdına.

“Kafatası var mı?” dedim.
“Buluruz” dedi.
Bulmasına biz de buluruz.
Tarlalarda gani.
Ama bununki vernikli.

Pürüzsüz kafatası, 75 lira.
Mermi delikli, 150 lira.

Gidiş-dönüş benzin hariç, 200 liraya patladı bu seneki Çanakkale Zaferi bana...

Devlet erkânı burada.
Başbakan, bakanlar filan.
“Milli-manevi” anlatıyorlar.
“Yaşşaaaa” diye bağırdım.

Deniz kenarına gittim sonra...
Bıraktım hepsini suya.
Fatiha'yla.
Din-iman, vatan-millet ayaklarıyla
güzel güzel pazarlıyorlar memleketi
ama, şükür ki, dua hâlâ bedava.


Yılmaz Özdil


http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=17312346&p=2



11 Mayıs 2011 Çarşamba

Kaderini Sev


Deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı, kayayı yontmaktadır...

Güneş onu yakıp kavurur. O da Tanrıya yakarır, keşke güneş olsaydım, diye.
"Ol" der Tanrı. Güneş oluverir. Fakat bulutlar gelir örter güneşi, hükmü kalmaz.
Bulut olmak ister. "Ol" der Tanrı. Bulut olur. Rüzgar alır götürür bulutu, rüzgarın oyuncağı olur.
Rüzgar olmak ister bu kez. Ona da "Ol" der Tanrı. Rüzgar her yere egemen olur, fırtına olur, kasırga olur. Her şey karşısında eğilir. Tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar. Ordan eser burdan eser, kaya bana mısın demez!
Bildiniz, Tanrı kaya olmasına da izin verir. Dimdik ve güçlü durmaktadır artık dünyaya karşı.
Sırtında bir acı ile uyanır.

Bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır...

Friedrich Wilhelm Nietzsche




6 Mayıs 2011 Cuma

6 Mayıs


Boynum kırıldı.
Nefes alamıyordum!
İki iri damla gibi
Dışarı fışkırmak üzereyken gözlerim...
Ve aşırı şişirilen bir balon gibi
İnfilak edecekken yüreğim...
Son saniyede aklımdan geçti;
Dedim ki öleceğim!
Bu halk uğruna!
Yirmi dört yaşımda.
Yeryüzünün ve hayatımın
Bu bahar noktasında...
Güneşli günler yaşamaya hazırlanırken
Bütün alçaklar!

Kararmadan önceki anda
Aklımın utanç duvarını yıkan bir soru,
Bana rağmen yıldırım gibi çaktı beynimde.
Emin miyim diyordu,
Değer miydi gibisine...
Acaba ölüyor muyum
Pisi pisine...

Dedim ki:
Eminim!...

Eminim!

Ve işte bu cevap oldu

Son devrimci eylemim!

Coşkun Büktel
6 Mayıs 2008

http://coskunbuktel.com/siiraltimayis.htm

23 Nisan 2011 Cumartesi

Bayramımız


BİZİM BAYRAMIMIZ

Bu gelen bizim bayram,
Yükseldi bak ünümüz.
Yirmi Üç Nisan bizim
En Şerefli günümüz!

Al bayrağı açalım.
Gel, gidelim törene.
Bin teşekkür bizlere
Bu günleri verene.

Bizim için harcanan
Boşa gitmez bu emek.
Çünkü her Türk çocuğu
Millet varlığı demek!

Hakkı SUNAT


22 Nisan 2011 Cuma

Sürü

Sürüye katılmadık, öndekinin gölgesinden koşturmuyoruz derken... Belki de biziz asıl sürü! Hiçbir yere gitmeyen, olduğu yerde sayan, sürü olduğunun bile farkında olmayan koca bir sürü!

Selcan
22/04/2011
Ankara


19 Şubat 2011 Cumartesi

Seninle Beraber

Hakk'ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. "Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir" diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatının altının üstünden daha iyi olmayacağını?

AŞK
Elif Şafak


26 Ocak 2011 Çarşamba

En Korkunç Halim

Ben sana hep güzel, en güzel görünmek isterken... Saçları dağınık halimi, rüküş kıyafetli halimi, horlayan, ağlayan, burnunu çeken halimi bile görmeni istemezken...
Hayatın cilvesine bak! Benim bile görmediğim o en korkunç halime tanık olmak sana düştü...
Sana...

Selcan
26/01/2011
Ankara


23 Ocak 2011 Pazar

20 Ocak 2011 Perşembe

Merkez

.... uzman yardımcılığı 3. mülakatı
03.01.2011 öğleden sonraki oturum

Yüzlerinde “seni zaten almayacağız, niye gelip beni oyalıyorsun. İşim gücüm var, senin yüzünden bu boktan sözlüyü yapmak, burada vakit harcamak zorunda kalıyorum.” diyen bir ifade ile karşılıyorlar insanı. Odada o kadar negatif bir hava var ki; insana bulaşıyor hemen.

5–6 kişi vardı sanırım. Sadece bir tanesi konuşuyor. Diğerleri, üzerlerinde o usanç ifadesi ile vaktin geçmesini bekliyorlar. Kelimenin gerçek anlamıyla vakit geçmesini bekliyorlar. Yüzlerinde, birlikte çalışacakları insanları seçme ifadesinden hiç iz yok. Gelen adayların hangisinin en iyisi olduğunu keşfetme, kişileri tanıma çabası yok. Sadece, yargının, her ne şekilde olursa olsun alacakları kişilerin belli olduğu bu mülakat kısmıyla ilgili işlerini uzatmasından hoşnutsuz, bitsin de gidelim havasındalar.

Odaya girdim, iyi gün dileklerinden sonra, masanın üzerinde duran soru torbacıklarından bahsetmeye başladılar. Ben kimim, bu yaşıma kadar neler yaptım, hangi okulları bitirdim, nerelerde çalıştım vs sormadılar. Adayın kim olduğuyla ilgilenmiyorlar, umurlarında değilim. Orada çalışmayı çok istiyormuşum, o konuda dersler almışım, stajlar yapmışım, pehhhh! Kimin umurunda!

Yaptıkları şey mülakat değil, sadece ve sadece sözlü sınav. Zaten KPSS’de 90 puan almamışım, kendi yazılı sınavlarına girmeye hak kazanmak için onlarca kişiyi geçmemişim, sonrasında yazılı sınavda seçtirildiğim ve seçtiğim dört alandan soruları cevaplayarak başarılı sayılacak notlar almamışım, tüm bunlarda bilgi birikimimi kanıtlamamışım gibi... Sadece bilgi soran bir sınav. Üstelik de baştan uyardılar: sana ayırabileceğimiz vakit sadece 15 dakika; soruları ona göre cevapla, üzerinde düşünüp de doğru cevapları bulacağım diye kasma! Biraz da panikle ki; söylemeyi unuttuğun şeyler de olsun, kamera kayıtlarının garantisinde rahat rahat puan kırabilelim. Üstelik de hiçbir şekilde yardımcı olmaya, hatırlatmaya çalışmıyorlar. Sen konuşuyorlar, onlar öyle bakıyor, sonra diğer soruya geçiliyor.

Masanın üstünde yılbaşı partisinden kalmış izlenimi veren morlu, pembeli, mavili vs 5 torba var. Torba, evet. Hani Noel babanın kafasına taktığı külah var ya, onu almış masaya koymuşlar sanki. Soruları bilgisayarda (elde de yazabilirlerdi bu amatörlükle) alt alta yazmışlar, sonra sorunun bittiği yerden kesmişler ve ilkokul müsameresinde hediye çekilişi yaparken isimlerimizi yazıp katladığımız gibi katlayarak o torbacıklara koymuşlar. Düzgün A4/A5 kağıtlara yazıp güzel zarflara koymak hiç mi akıllarına gelmemiş bilmiyorum. Torbaların üstünde “1. Torba”, “2. Torba” şeklinde açıklayıcı ifadeler de var!

Evet, yerimi alır almaz torbalardaki soruları anlattı komisyonun konuşan tek üyesi. 1, 2 ve 3’ten birer soru çekmemi, orada yazan soruları okumamı ve o konu hakkında bildiğim her şeyi anlatmamı istedi. Bildiğim her şey... Hocam, böyle soru sorulur mu? Adam gibi sorarsın, şu nedir, bu nasıl yapılır diye. Sorunun cevap bellidir, biliyorsam söylerim, bilmiyorsam yanıt veremedi dersin. Böyle ucu açık sorunca, söylediklerime ve söylemediklerime nasıl puan vereceksin? İlla ki unuttuğum, atladığım ya da bana göre önemli olmadığını düşündüğüm için söylemediğim şeyler olacak. Doğrudan +/- veremedikten sonra soru sormanın bir objektifliği yok ki! İstediğin kadar kamera koy, torba koy. Hepsi göstermelik, hepsi boş!

Bana çıkan sorular:
1.Medeni hukuktaki ipotek kavramı nedir, nasıl tesis edilir, şartları nelerdir vs.
2.Envanter nedir, aşamalarıyla birlikte anlat.
3.Reel sektör borçlanması nedir, ülkedeki durumu nedir, son gelişmelerle nasıl bir seyir izlemiştir.

Medeni hukuk? Ama biz bu sınava başvururken konu seçmedik mi? Yazılı sınava o konulardan girmedik mi? Yazılı sınav için seçmediğim bir konudan beni nasıl sözlü yaparsın? Matematik sınavında fizik sormak gibi bir şey senin yaptığın! Ama işin asıl ilginci, bekleme salonunda insanlar hukuk çalışıyordu! Medenisi, ticareti, borçları... Seçmeli derslerden hukuk seçtiklerini düşündüm ben, aksi hiç aklıma gelmedi. Onlara malum mu oldu hukuk da sorabilecekleri, nereden esti de harıl harıl hukuk çalışıyorlardı? Neymiş, sıkı güvenlik önlemi almışlar da, kamera karşısında soru çektirip objektif değerlendireceklermiş de... Bazılarına hangi konulardan soru çıkacağını söyleyip bazılarına söylemezsen, kayırılmış kesim tabi ki daha iyi cevaplandırır soruları! Tabi ki kamera önünde onlar daha iyi performans sergiler. Kaldı ki; benim sorularım bittiğinde kamera kapandı. Benim soru çektiğim torba ile benden sonra girenin soru çektiği torba aynı mı? Kamera kapandığı anda değiştiriliyor belki torbalar. Belki de kazanmasını istediklerine çıkabilecek sorular söylendi, onlara özel torba hazırlandı. Kamera neden baştan sona çekmiyor ki görüşmeleri? Hatta ben çıktıktan sonra benim hakkımdaki değerlendirmelerini bile çekmeli ki; neye puan verdikleri, neyden puan kırdıkları da kayıtlara geçmiş olsun. Konu seçerek yazılı sınava girdiysek sözlü sınavda da sadece seçtiğimiz konulardan sorular sorulmalıydı. Madem bana seçtireceksin, her alandan sorular hazırlarsın, “1. Torba” demezsin de “muhasebe torbası” dersin. 3 soru seçtirdin zaten; bir tane daha seçtirirsin, yazılı sınava girilen her konudan da soru sormuş olursun. Buna aklınız ermiyor mu!

İlk 3 sorudan sonra 4. torbadan paragraf çektirdiler. Bir paragraf var, onu okuyorsun, yazılı olanlara katılıp katılmadığını ve nedenlerini anlatıyorsun güya. Sıcak para ile ilgili bir metindi seçtiğim. Sıcak para şudur, ihracatı ve ithalatı şöyle etkiler vs. cümle cümle üzerinden giderek doğru/yanlış dedim ama o kadar donuk bir insan yığını var ki karşıda; söylenebilecek pek çok şeyi de söyleyemedim. Ders anlatır gibi uzun uzun konuşabilirdim üzerinde, şayet biraz daha istekli, teşvik edici olsalardı.

En son 5. torbadan paragraf çektirdiler. Bunda ise kendi raporlarından bir paragraf vardı. Oradaki terimleri açıkla, yorumla, şunu yap, bunu yap... Bir sürü şey sayıyorlar başında; ama atladığın bir şey olursa yardımcı olmuyorlar. Unuttuğun kalıyor. Düşman evladısın ne de olsa!

Söyleyebileceklerim bunlar, diyip susar susmaz da “peki iyi günler” diyip gönderiyorlar. Fazladan soru sormak yok, yorum yapmak yok, yardımcı olmak yok. Bir de kapıda öyle bir tripte ki insan kaynakları; seni bir an önce ortamdan uzaklaştırmanın telaşında. Yahu soru çektiriyorsun madem, neden bu endişe? Soruları söyleyecek halim yok ya, gidip kendi çekecek! Zaten dedim ya, bana hiçbir şey ifade etmiyor sınavdan önce birer tane cep telefonu toplayıp sanki gizliliğe çok önem veriyormuş gibi yapman. İçerde benden sonra torbayı değiştirmediğini bilmiyorum. Soruların hep aynı gruptan çekildiğini bilmiyorum. İnanmıyorum da! Bir kurum; ki bu kadar önemli bir görev üstelenen bir kurum; anca bu kadar başarısız bir personel seçimi yapabilir. Alacağı kişileri önceden belirleyip onları belirlediğini anca bu kadar belli edebilir. Görüşmeye gelen insana alınmayacağını, tavırlarıyla anca bu kadar net ifade edebilir. İlk iki sözlü sınavı davalık olan ve iptal edilen bir kurum, üçüncü sınavını da anca bu kadar eline yüzüne bulaştırabilir.

Dedim ya, bekleme salonunda eski kazananlar hukuk çalışıyorlardı diye, dikkatimi çeken başka bir konu da şu: hiçbiri endişeli değildi. Ben öyle bir sınavı kazanmış olsam, işe başlatılsam, sonra kazandığım sınav mahkeme kararıyla iptal edilse, kurumla ilişiğim kesilse ve ben tekrar objektif değerlendirilecek bir sınava girecek olsam eminim daha endişeli olurdum. Acaba kazanabilecek miyim derim; ki bu endişem daha öncekini kazanmayanlardan daha fazla olur. İşin ucunda rezil olmak da var zira. Öncekinde kazanıp da bunda kazanamayınca herkes öncekini kazanmayı da hak etmediğimi düşünür. Ama bu arkadaşlarda endişeden hiç iz yoktu. Herkes gayet rahat, çalışıyorlar, birbirlerine sorular soruyorlar, güle oynaya sıralarını bekliyorlar.

Şimdi kalkmış bana kamera karşısında soru çektirerek tarafsız bir mülakat yaptığınızı söylüyorsunuz. Pışıııık! Onu benim külahıma anlatın siz! İlk seferki boktan görüşmenin kamera karşısında tekrarını yaptık sadece. Bok aynı bok!

Selcan

18 Ocak 2011 Salı

Üç Günden Beri Galatasaraylıyım…

Galatasaraylılar kömürü kabul etmediler…

Bu nedenle üç günden bu yana Galatasaraylıyım…

Bir gurur yoksulluğunun ortasında, kim bilir kaç insan kendini Galatasaraylı hissetti, o gururun ucundan-köşesinden bir parça tatmak için…

Hani aç kalmış kuşların ekmek kırıntısına koşması gibi…

*

Spor yazısı deyince, futbol camiasını ve taraftarı yıllarca “ülke sorunlarına duyarsızlıkla” suçlayan bir yazar olarak, ömrümde ilk kez taraftarım…

Ve takımımı açıklıyorum:

“Galatasaray…”

Kimi yöneticileri ya da oyuncuları, kendi seslerinden korksalar dahi, Galatasaray bir gecede halkın takımı oluverdi… Bundan böyle takım gol yediğinde oturup ağlarım bile…

Niçin?..

Çünkü; üniversitesinden medyasına, ordusundan yargısına, aydınından halkına kadar herkesin sindirildiği ve susturulduğu bir zamanda, Galatasaraylıların önlerine konulan 600 trilyonluk ikrama(!) kanmayıp, demokratik tepkilerini bir ağızdan göstermeleri az şey midir?..

“Galatasaraylılığın centilmenliğine yakışmadı”, “Misafire bu yapılmaz”, “Spor ahlakına aykırı” gibi savlar normal zamanlar için doğru olsa bile; çıkar uğruna yalakalık, saygısızlıktan daha büyük suçtur…

Ayrıca “Bize stat yaptı… Yan yolları da koydu…” diyerek Türkiye’de olup bitenleri görmemezlikten gelmek… Ve orada o kömür alanlardan farksız “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye zıplamak…

Yakışır mıydı spor insanlarına?..

*

Bu bir dönüm noktası da…

Anı kitapları o geceyi, karşıdevrimin “kırılma yeri” olarak gösterecekler gelecek kuşaklara…

Göreceksiniz…

Bundan böyle kendi partisinin devşirme kalabalıkları ya da kapalı alanlar dışında hiçbir yerde huzur içinde konuşamayacaktır padişah…

Çünkü…

Çünkü “Tribünler” diyordunuz…

İşte tribünler…


Bekir COŞKUN


14 Ocak 2011 Cuma

Halime Tercümandım

Sözümona insandım
Hamsiydim buğulandım
Koynumdaki hatunu
Havva anamız sandım

Beyazıt Kulesiydim
Hem Kumkapıdaki yangın
Arap itfaiyeciynen
Kendi derdime yandım

Pir Sultandım abdaldım
Düz rakıya dadandım
Çekip çekip kafayı
Anacığımı andım

Banazdaydı bazlamam
Ve radyodaki reklam
Yaşamı yandaş sayıp
Bana bir ekmek bandım

Arşa vardı feryadım
Firazda kör kadıydım
Kararsızlıktan cayıp
Katlime karar aldım

Gül benizli isyanım
Eksi çıktıkça kanım
Arta durdu bicanım
Ben ölsem ölsem bile

Dipdiri o sol yanım

CAN YÜCEL

8 Ocak 2011 Cumartesi

Bir Savaş Hikayesi



06/01/2011
Şinasi Sahnesi

Adı üstünde, tam bir savaş hikayesi bu... Askerler var oyunda, insancıl askerler de savaşçıl insanlar da... İnsan canını umursamayanlar da birine ateş etmek zorunda kalırsam ne yaparım
diye endişelenenler de...


Bir askeri haber merkezinde başlıyor oyun. Aylar önce terhis olması gerektiği halde hala savaş alanında tutulan askerlerin, oğlundan aylardır haber alamayan babaların arayıp oradaki onbaşıdan medet umdukları bir mekan... Sonra olaylar geliştikçe mekan değişiyor. Hatta o kadar hızlı değişiyor ki dekor; oyunda hayran kaldığım noktalardan biri bu. Işıklar kararıyor, bir dakika içinde ateş altında kalan odadan ayrılıp bir sinemanın önüne geliveriyoruz. Oradan askeri bir mahzene. Sonra bir bakmışsınız sinemanın içindeyiz, üstüne üstlük bir haber kanalının stüdyosuyla aynı anda!

Savaştan bıkmış, biraz sinirleri bozulmuş, biraz da işi deliliğe vurmuş askeri doktor ile yakın arkadaşı binbaşı, aslında benzer düşüncelere sahiplerdir. Savaş bitsin, insanlar ölmesin artık, herkes çok özlediği evine dönsün! Ama doktor, binbaşının askerlerini alıp gitmesini isterken onun bunu yapabileceğini düşünür; oysa binbaşının gücü buna yetmez... Doktora göre kendi canı yanmadıkça kimse savaşın ne büyük bir felaket olduğunu idrak edemez. Savaşın nasıl bir şey olduğunu, savaşta kolunu kaybedene sormalı, oğlunun son anlarında onunla ilgilenemeyen babaya, bir şarapnel parçasıyla çoktan can veren bebeğini günlerce doktora getirmek için yalın ayak yol kat eden anaya...

Doktor, kendi imkanlarıyla savaşta yaralanan insanları, özellikle sivil halkı, tedavi etmeye çalışırken binbaşıya şu soruyu sorar: "Tedavi ettiğimiz askerleri taburcu edip evlerine yolluyoruz. Peki bu insanları nereye yollayacağız? Onların evi burası!" Öyle ya, evlerini, yurtlarını istila ettiğiniz, yaraladığınız insanları tedavi etseniz bile nereye yollayabilirsiniz ki...

İşte bu düşüncelere sahip doktor, artık ordu için tehlikeli hale gelmiştir. Hatta onunla konuşmaya çalışan, onu anlamaya çalışan binbaşı da! Gün gelir, doktorun bir taraftan binbaşı ile konuşup bir taraftan yaralıları gizli gizli tedavi ettiği sinemaya baskın düzenler ordu. Bir anda etrafı sarar, binbaşı ve doktorun yanı sıra, tedavi edilen yaralı halkı da öldürürler. Burada, onbaşının, herkesten önce, hiç kimseyi öldürmek istemeyen asker arkadaşını öldürmesi çok çarpıcıydı. Öldürme hırsının insanın gözünü kaplayınca, ilk önce engel olabilecekleri ortadan kaldırmasını çok güzel yansıtıyor...


Bu baskın, öyle güzel dramatize edilmiş ki; yavaş çekim gibi oynanan bölümler oyuna ayrı bir güzellik katmış. Ayrıca, savaş ve çatışma ortamı öyle güzel canlandırılmış ki; patlayan ateşler, dumanlar, ışıklar, her şey çok gerçekçi, çok özgündü. Makyajı da unutmamak lazım tabi; yaralıların, ateş sonucu orada yaralananların makyajı çok etkiliydi.



Ve oyunun bana göre en çarpıcı kısmı, baskının zaman zaman donması ve haber merkezine bağlanmamızdı. Sahnenin bir tarafında, haber spikeri, devlet başkanı ile röportaj yapmaktadır. Güya doğru ve tarafsız haberleri izleyiciye ulaştıran bir programdır bu. Ancak orada birebir izlediğimiz olaylar, başkan tarafından o kadar farklı anlatılır, izleyiciye öyle yanlış yansıtılır ki; savaşı durdurmak isteyenler adeta birer intihar bombacısı, yaptıkları şey savaşta zarar görenleri tedavi etmek değil de orduya intihar saldırısı düzenlemekmiş gibi sunulur...

Medya da bu konuda üzerine düşen görevi yaparak doğru bilgiyi izleyiciye ulaştırmaktadır! Gerçekte neler oluyor; ama bize nasıl yansıyor, bunu sorgulamadan edemiyor insan... Medya ne kadar yansız, haberler ne kadar gerçek, anlatılanlar ne kadar doğru?

Savaşta her şey mübah mıdır? Silahsız askerlere, üstelik de kendi askerlerine, ateş açmak da mı? Tek kaygısı savaşın durması olan, kendi imkanlarıyla savaş yaralılarını tedavi etmeye çalışan doktoru vatan haini ilan etmek ya da onu konuşarak ikna etmeye çalışan binbaşıyı dinlemeden infaz etmek de mi? Kendi askerine bile bu kadar acımasızca davranan bir ordunun dünyanın herhangi bir yerine barış götürmesi, demokrasi taşıması mümkün mü?

Kendi savaşını haklı çıkarmak için üzerlerinde silah dahi olmayan insanları öldürüp cansız ellerine silah koyarak medyaya o şekilde yansıtmak, günümüzün gerçekleriyle de birebir uyuşuyor aslında...

Bu bir savaş hikayesi... Sorgulamadan emirlere itaat eden asker ile insana inanan askerlerin hikayesi. Bir filmde uçağa yetişen bir çocuk görüp de uçağı kaçırsaydı ne olurdu diye soranlara "o zaman film olmazdı" diyen zihniyet ile "o zaman başka film olurdu" diyenin hikayesi... Hayat, başka türlü olamayacak kadar keskin mi gerçekten? O ordu, başka diyarlardaki insanların yurtlarını istila etmeseydi, film olmaz mıydı? Yoksa, insanların huzur içinde yaşadıkları bambaşka bir film mi olurdu?

Sahnesinden ışığına; kurgusuna; dumanla, sesle, patlamalarla adeta yaşatılan çatışmalara kadar her şeyini beğendiğim bir oyundu. Oyundan çıktıktan sonra üzerinde düşünürken oyunun, bir savaş hikayesinden çok daha fazla şey anlattığını anlayacaksınız...

Selcan