20 Kasım 2011 Pazar

Şafak Türküsü


Beni burada arama, anne!
Kapıda adımı sorma!
Saçlarına yıldız düşmüş,
Koparma anne!
Ağlama!...

Kaç zamandır yüzüm tıraşlı,
Gözlerim şafak bekledim.
Uzarken ellerim,
Kulağım kirişte...
Ölümü özledim anne!
Yaşamak isterken delice!..

Bugün görüş günü;
Günlerden salı .
Islak sarı bir yağmur...
Ülkemin neresine bakarsa ay,
Orada yitik bir anne ağlıyor!
Sen aralıyorsun yağmuru;
Acıdan sırılsıklam alnına siper edip elini,
Sonra bir umut koşuyorsun;
Yüreğin avucunda ısırırken çırpıntı gözlerini...

Ah verebilseydim keşke,
Yüreği avucunda koşan her bir anneye,
Tepeden tırnağa oğula ve kıza kesmiş bir ülkeyi armağan!
Koşma anne!
Birdenbire batacak olan, düş denizinde yarattığın umut sandalıdır!
Oysa benim için gece,
Işık hızıyla koşan kısa ve soğuk bir zamandır...
Bu yüzden boğuk seslerle geldiler bir şafak!
Uykusuz, yorgun ve korkak...

Sanırım baytardı,
Yüreğimin depreminde Richter ölçeği çatlarken
'Ölebilir' raporu veren beyaz önlüklü doktor.
Boş ver Hipokrat amca!
Üzülme ne olur!
Sen de anne; sen de üzülme...

Hücremin dört bir köşesinde el ayak izlerimi,
Ciğerlerimde yırtılan bir çığlıkla hazır beklediğim
Ve korkunç bir sabırla birbirine eklediğim
Korkak kahraman gecelerimi,
Düşlerimle sınırsız
Diretmişliğimle genç
Şaşkınlığımla çocuk devrederken sırdaşıma;
Usulca açılıyordu yanağımda tomurcuk!

Pir Sultan'ı düşün, anne...
Şeyh Bedrettin’i, Börklüce'yi, Torlak Kemal'i düşün, anne!
Hala kanaması nedendir faşizmin göğsünde
Utangaçlığı bile vuramadan yanaklarına yaşının,
Onsekizinde ölümüne pervasız yürüyen ince bilekli, çıplak ayaklı Tanya'nın...
Deniz'i düşün anne,
Her mayıs şafağında uzun uzun döverken darağaçlarını...
Ve o şafaktan doğma onbir yaşını çiğneyip yürüyen çocukları!
İnsanları düşün anne!
Düşün ki; yüreğin sallansın...
Düşün ki; o an, güneşli güzel günlere inanan mutlu bir yusufçuk havalansın...

Sıcak omuzlar değerken omzuma,
Buz üstünde yürüdüm yıllar boyu, bayraklar ve türkülerle...
Kopunca memelerinden o mükemmel yaşama,
Kurşunlar sıktılar alnıma!
Açık alanlarda, ağır kartalların konup kalktığı yalçın kayalardan biriydim.
Ölüp dirildim yeniden, güneşli güneşsiz akşamlarda...

Mutlu yarınlar adına, özgürlük adına, ekmek adına...
Üstüne vardım kuyruğu kanlı itlerin!
Dirilip dönmesin diye Hiroşimalar,
Tahtadan atların boynuna çıplak ölümlerle yatmasın diye çocuklar,
Aç gözlerle bakmasın diye çocuklar...
Kardeşlik adına; havadaki kuş, denizdeki balık adına!
Yürüdüm yıllar boyu...
Dönüp bakmadım arkama!
Iraktı gözlerim, çok ırak...
İzim kalır mı bilmem yürüdüğüm yolda.
Kalsa da silinir gider...
Yalnızca bir ağıt gibi çakılır, ardımca gelenlere gözlerimi yaktığım yer!

Tören adımlarıyla ölmek ne garip şey, anne!
Kanlı karanlık bir oyunda başoyuncuyum,
Bütün gözler üstümde...
Sürüyor gecenin karnında şafağa bakan oyun.
Masa üstünde üşüyen bir sigara,
Yanında küçücük bir cam bardak,
İçinde rengi bu gecenin...
Cılız, titrek bir kibrit; kağıt, kalem, sandalye...
Geride flu, yağlı, büküm büküm bir ip...
Ve çingene kuralına uygun, değişmez dekoru mudur
İdam mahkûmunun?

Kırılacak cammışım gibi davranıyorlar;
Yüzlerinde zoraki çatılmış bir hüzün...
Oysa birazdan boynumu kıracaklar!
Pul pul dökülecek yaz sıvası eylülün!...

Ben ölümü asıl, az ötede titreyen çingenenin kara kıllı ellerinde gördüm!
Anladım ki; küllenen sigaradır;
Soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm!..
Yani benim güzel annem,
Alaca şafağında ülkemin,
Yıldız uçurmak varken
Oturup yıldızlar içinde,
Kendi buruk kanımı içtim!..

Ne garip duygu şu ölmek!
Öptüğüm kızlar geliyor aklıma...
Bir açıklaması vardır elbet, giderken darağacına!
Geride, masa üstünde boynu bükük kaldı kâğıt, kalem...
Bağışla beni, güzel annem!
Oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana...
Elleri değsin istemedim,
Gözleri değsin istemedim!
Ağlayıp koklayacaktın;
Belki bir ömür taşıyacaktın koynunda!..

Usul adımlarla yürüdüm ömrümü.
Karşımda kurum kurumlaşan darağacı...
Tarlakuşu korkmaz ki korkuluktan;
Ökse de olsa dört bir yanı!

Birdenbire acıdı boynum...
Gelecekler var birbiri ardınca; genç, yakışıklı...
Ne olur, işçi kadınım;
Az yumuşak dik şu kefenin yakasını!

Yaşamak ağrısı asıldı boynuma.
Oysa türkü tadında yaşamak isterdim...
Çiçekleri kokmak, ırmakları akmak,
Yaz boyu çobanaldatanlara aldanmak,
Su başlarında, aylak sektirmek kavalımı...
Sonra bir çocuğun afacan bacaklarında,
Anavarza kayalıklarına tırmanmak isterdim!
O güzel günleri görenler arasında,
Bir soluk ben de yaşamak isterdim...
Bir de Luvr müzesinde seyretmek gizliden,
Öperken Siya-u Jakond'u tebessümünden...
İşte o an saçlarından yakalamak dolunayı...
Bir de yirmibeş kilometreden görebilmek Nazım'ın gözleriyle pırıl pırıl Moskova'yı!

Ölmek ne garip şey, anne!
Bayram kartlarının tutsaklığından aşırıp bayramı,
Sedef kakmalı bir kutu içinde vermek isterdim çocukların ellerine...
Sonra, benim güzel annem;
Damdan düşer gibi vurulmak isterdim bir kıza!

Künyemi okudular; suçumuz malum...
Gecenin kıyısında durmuşum.
Kefenin cebi yok; koynuma yıldız doldurmuşum...
Koşun çocuklar, çocuklar koşun!
Sabah üstüme üstüme geliyor!..
Yanlış mı duydum, yoksa erkenci bir horoz mu ötüyor?

Keskin bir acı bilenmiş;
Gitgide yaklaşıyor sonum...
İri sözlerim yoktu söyleyecek...
Usulca baktım yüzlerine.
Bin yıllık iskeletleri, çatırdayarak göçtü ayaklarının dibine!

Korkutamadılar beni, anne!
Avlunun ortasında çatık bir kaş gibi duran darağacı,
Bir zaman rüzgârda saçını tarayan telli kavak değil mi?..
Boynumdaki kemendi bir öğle sonu bükerken o kız,
Sarı sıcak sevdasını düşünmedi mi?

Söyle, anne!
O çingene, bir çiçek bahçesi kadar sıcak sokağımızdan
Bağıra çağıra geçen bohçacı kadını sevmedi mi çılgınca?
Kurulmuş tuzaklar yok artık yolumda...
İşkenceler, zindanlar, hücreler...
Savunmak yok mutlu tok bir yaşamı;
Açlık grevlerinde beynimi bir sıçan gibi kemiren mideme karşı!..

Kısacası, güzel annem;
Bir çiçeği düşünürken ürpermek yok.
Gülmek, umut etmek, özlemek...
Ya da mektup beklemek, gözleri yatırıp ıraklara...

Ölmek ne garip şey, anne!
Artık duvarları kanatırcasına tırnağımla,
Şaşkın, umutlu şiirler yazamayacağım!
Mutlak bir inançla gözlerimi tavana çakamayacağım!
Baba olamayacağım örneğin...
Toprak olmak ne garip şey, anne!
Ceplerimde el yerine balyoz taşırken,
Korkunç bir merakla beklerken kurtuluş haberlerini
Ve yüreğimin ırmakları taştı taşacakken ölmek ne garip şey, anne!

Uçurumlar; ki sende büyür!
Dağlar; ki sende göçer...
Ben yaprak derim, çiçek derim,
Çam diplerinde açmış kanatlarını kozalak, derim...
Gül yanaklı çocuğa benzer...
Yine de oğlunu yitirmek, kim bilir ne garip şey, anne!

Beni burada arama, anne!
Kapıda adımı sorma!
Saçlarına yıldız düşmüş,
Koparma anne;
Ağlama...

Kırıldıysa düş evinin kapısı,
Bütün kırık kapıların çağrılışıyım!
Kızların yanaklarında çukurlaşan,
Biten, başlayan aşkların ortasındayım...
Her kavgada ölen benim!
Bayrak tutan, çarpışan...
Her kadın, toprağı tırnaklayarak doğurur beni!
Özlem benim, kavga benim, aşk benim...

Bekle beni, anne;
Bir sabah çıkagelirim!
Bir sabah, anne, bir sabah...
Acını süpürmek için açtığında kapını;
Umarım kurtuluş haberleriyle dönmüş olur,
Çam ve kekik kokuları içinde acı yüzlü çocuklar...
O zaman, nasıl indirilmişlerse şen şakrak;
Öylece kalkar uykudan şalterler!
Dişleyip tükürmeden sigaralarını,
Türkü tadında giyinirken işçiler!..

Bir sabah, anne, bir sabah...
Acını süpürmek için açtığında kapını,
Adı başka, sesi başka nice yaşıtım;
Koynunda çiçekler; çiçekler içinde bir ülke getirirler!
Başlarını koymak için yorgun dizine,
Sen hazır tut dizini, anne, o mükemmel güne!..

Nevzat Çelik


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder