27 Kasım 2011 Pazar

Otobüsün Arka Camı

Hayat... Bir otobüsün arka camından yolu izlemek gibi...

İlk duraktan uzaklaşıyoruz git gide. Yolumuzda ilerledikçe o ilk durakları göremez, hatırlayamaz oluyoruz. Yol akıyor, zaman geçiyor... Geçmiş, güya, olduğu gibi karşımızda. Bazen, gece yol alırken yolu tam görememek gibi, anlam veremiyoruz yaşananlara. Yanlış yola sapmışız gibi hissediyoruz, otobüs şoförü ters yönden gidiyormuş gibi, bizi hiç bilmediğimiz bir yere götürüyormuş gibi...

Kafamızı ön cama çevirince nereye gittiğimizi görecekmişiz gibi geliyor. Yaptığımız tercihler, seçtiğimiz yollar, işler, eşler, arkadaşlar... Yönlendirebiliyormuşuz gibi hayatımızı... Ama bilmiyoruz ilerde otobüsün tekerleğinin patlamayacağını. Yolun açık olup olmadığını bilmiyoruz. Çıkmaz sokakta ilerlemediğimizi bilmiyoruz! Tek bildiğimiz arka camdan gördüğümüz yol...

Hayat... Hareket halindeki bir otobüsün arka camından geçtiğimiz yolu izlemek gibi...

Selcan
14.10.2009
Ankara






No Superman

I can't do this all on my own;
I'm no superman!

Maybe sometimes bad things happen for a reason.
Be careful though. Because around here, if you start to believe bad things happen for a reason, it hurts that much more when they aren't!

Scrubs

21 Kasım 2011 Pazartesi

Sevilme Korkusu

Sanırım ben sevmekten değil, sevilmekten korkuyorum. Beni seveni sevememekten korkuyorum. O yüzden de biri bana aşık olacak diye ödüm kopuyor! Önce ben seveyim, sonra benim sevdiğimin bana aşık olmasını bekleyeyim istiyorum.

Sevilmeyi bilmiyorum ben, sevilen olmayı bilmiyorum.
Sevilmekten çok korkuyorum!

Selcan
Mart 2008
Ankara


20 Kasım 2011 Pazar

Şafak Türküsü


Beni burada arama, anne!
Kapıda adımı sorma!
Saçlarına yıldız düşmüş,
Koparma anne!
Ağlama!...

Kaç zamandır yüzüm tıraşlı,
Gözlerim şafak bekledim.
Uzarken ellerim,
Kulağım kirişte...
Ölümü özledim anne!
Yaşamak isterken delice!..

Bugün görüş günü;
Günlerden salı .
Islak sarı bir yağmur...
Ülkemin neresine bakarsa ay,
Orada yitik bir anne ağlıyor!
Sen aralıyorsun yağmuru;
Acıdan sırılsıklam alnına siper edip elini,
Sonra bir umut koşuyorsun;
Yüreğin avucunda ısırırken çırpıntı gözlerini...

Ah verebilseydim keşke,
Yüreği avucunda koşan her bir anneye,
Tepeden tırnağa oğula ve kıza kesmiş bir ülkeyi armağan!
Koşma anne!
Birdenbire batacak olan, düş denizinde yarattığın umut sandalıdır!
Oysa benim için gece,
Işık hızıyla koşan kısa ve soğuk bir zamandır...
Bu yüzden boğuk seslerle geldiler bir şafak!
Uykusuz, yorgun ve korkak...

Sanırım baytardı,
Yüreğimin depreminde Richter ölçeği çatlarken
'Ölebilir' raporu veren beyaz önlüklü doktor.
Boş ver Hipokrat amca!
Üzülme ne olur!
Sen de anne; sen de üzülme...

Hücremin dört bir köşesinde el ayak izlerimi,
Ciğerlerimde yırtılan bir çığlıkla hazır beklediğim
Ve korkunç bir sabırla birbirine eklediğim
Korkak kahraman gecelerimi,
Düşlerimle sınırsız
Diretmişliğimle genç
Şaşkınlığımla çocuk devrederken sırdaşıma;
Usulca açılıyordu yanağımda tomurcuk!

Pir Sultan'ı düşün, anne...
Şeyh Bedrettin’i, Börklüce'yi, Torlak Kemal'i düşün, anne!
Hala kanaması nedendir faşizmin göğsünde
Utangaçlığı bile vuramadan yanaklarına yaşının,
Onsekizinde ölümüne pervasız yürüyen ince bilekli, çıplak ayaklı Tanya'nın...
Deniz'i düşün anne,
Her mayıs şafağında uzun uzun döverken darağaçlarını...
Ve o şafaktan doğma onbir yaşını çiğneyip yürüyen çocukları!
İnsanları düşün anne!
Düşün ki; yüreğin sallansın...
Düşün ki; o an, güneşli güzel günlere inanan mutlu bir yusufçuk havalansın...

Sıcak omuzlar değerken omzuma,
Buz üstünde yürüdüm yıllar boyu, bayraklar ve türkülerle...
Kopunca memelerinden o mükemmel yaşama,
Kurşunlar sıktılar alnıma!
Açık alanlarda, ağır kartalların konup kalktığı yalçın kayalardan biriydim.
Ölüp dirildim yeniden, güneşli güneşsiz akşamlarda...

Mutlu yarınlar adına, özgürlük adına, ekmek adına...
Üstüne vardım kuyruğu kanlı itlerin!
Dirilip dönmesin diye Hiroşimalar,
Tahtadan atların boynuna çıplak ölümlerle yatmasın diye çocuklar,
Aç gözlerle bakmasın diye çocuklar...
Kardeşlik adına; havadaki kuş, denizdeki balık adına!
Yürüdüm yıllar boyu...
Dönüp bakmadım arkama!
Iraktı gözlerim, çok ırak...
İzim kalır mı bilmem yürüdüğüm yolda.
Kalsa da silinir gider...
Yalnızca bir ağıt gibi çakılır, ardımca gelenlere gözlerimi yaktığım yer!

Tören adımlarıyla ölmek ne garip şey, anne!
Kanlı karanlık bir oyunda başoyuncuyum,
Bütün gözler üstümde...
Sürüyor gecenin karnında şafağa bakan oyun.
Masa üstünde üşüyen bir sigara,
Yanında küçücük bir cam bardak,
İçinde rengi bu gecenin...
Cılız, titrek bir kibrit; kağıt, kalem, sandalye...
Geride flu, yağlı, büküm büküm bir ip...
Ve çingene kuralına uygun, değişmez dekoru mudur
İdam mahkûmunun?

Kırılacak cammışım gibi davranıyorlar;
Yüzlerinde zoraki çatılmış bir hüzün...
Oysa birazdan boynumu kıracaklar!
Pul pul dökülecek yaz sıvası eylülün!...

Ben ölümü asıl, az ötede titreyen çingenenin kara kıllı ellerinde gördüm!
Anladım ki; küllenen sigaradır;
Soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm!..
Yani benim güzel annem,
Alaca şafağında ülkemin,
Yıldız uçurmak varken
Oturup yıldızlar içinde,
Kendi buruk kanımı içtim!..

Ne garip duygu şu ölmek!
Öptüğüm kızlar geliyor aklıma...
Bir açıklaması vardır elbet, giderken darağacına!
Geride, masa üstünde boynu bükük kaldı kâğıt, kalem...
Bağışla beni, güzel annem!
Oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana...
Elleri değsin istemedim,
Gözleri değsin istemedim!
Ağlayıp koklayacaktın;
Belki bir ömür taşıyacaktın koynunda!..

Usul adımlarla yürüdüm ömrümü.
Karşımda kurum kurumlaşan darağacı...
Tarlakuşu korkmaz ki korkuluktan;
Ökse de olsa dört bir yanı!

Birdenbire acıdı boynum...
Gelecekler var birbiri ardınca; genç, yakışıklı...
Ne olur, işçi kadınım;
Az yumuşak dik şu kefenin yakasını!

Yaşamak ağrısı asıldı boynuma.
Oysa türkü tadında yaşamak isterdim...
Çiçekleri kokmak, ırmakları akmak,
Yaz boyu çobanaldatanlara aldanmak,
Su başlarında, aylak sektirmek kavalımı...
Sonra bir çocuğun afacan bacaklarında,
Anavarza kayalıklarına tırmanmak isterdim!
O güzel günleri görenler arasında,
Bir soluk ben de yaşamak isterdim...
Bir de Luvr müzesinde seyretmek gizliden,
Öperken Siya-u Jakond'u tebessümünden...
İşte o an saçlarından yakalamak dolunayı...
Bir de yirmibeş kilometreden görebilmek Nazım'ın gözleriyle pırıl pırıl Moskova'yı!

Ölmek ne garip şey, anne!
Bayram kartlarının tutsaklığından aşırıp bayramı,
Sedef kakmalı bir kutu içinde vermek isterdim çocukların ellerine...
Sonra, benim güzel annem;
Damdan düşer gibi vurulmak isterdim bir kıza!

Künyemi okudular; suçumuz malum...
Gecenin kıyısında durmuşum.
Kefenin cebi yok; koynuma yıldız doldurmuşum...
Koşun çocuklar, çocuklar koşun!
Sabah üstüme üstüme geliyor!..
Yanlış mı duydum, yoksa erkenci bir horoz mu ötüyor?

Keskin bir acı bilenmiş;
Gitgide yaklaşıyor sonum...
İri sözlerim yoktu söyleyecek...
Usulca baktım yüzlerine.
Bin yıllık iskeletleri, çatırdayarak göçtü ayaklarının dibine!

Korkutamadılar beni, anne!
Avlunun ortasında çatık bir kaş gibi duran darağacı,
Bir zaman rüzgârda saçını tarayan telli kavak değil mi?..
Boynumdaki kemendi bir öğle sonu bükerken o kız,
Sarı sıcak sevdasını düşünmedi mi?

Söyle, anne!
O çingene, bir çiçek bahçesi kadar sıcak sokağımızdan
Bağıra çağıra geçen bohçacı kadını sevmedi mi çılgınca?
Kurulmuş tuzaklar yok artık yolumda...
İşkenceler, zindanlar, hücreler...
Savunmak yok mutlu tok bir yaşamı;
Açlık grevlerinde beynimi bir sıçan gibi kemiren mideme karşı!..

Kısacası, güzel annem;
Bir çiçeği düşünürken ürpermek yok.
Gülmek, umut etmek, özlemek...
Ya da mektup beklemek, gözleri yatırıp ıraklara...

Ölmek ne garip şey, anne!
Artık duvarları kanatırcasına tırnağımla,
Şaşkın, umutlu şiirler yazamayacağım!
Mutlak bir inançla gözlerimi tavana çakamayacağım!
Baba olamayacağım örneğin...
Toprak olmak ne garip şey, anne!
Ceplerimde el yerine balyoz taşırken,
Korkunç bir merakla beklerken kurtuluş haberlerini
Ve yüreğimin ırmakları taştı taşacakken ölmek ne garip şey, anne!

Uçurumlar; ki sende büyür!
Dağlar; ki sende göçer...
Ben yaprak derim, çiçek derim,
Çam diplerinde açmış kanatlarını kozalak, derim...
Gül yanaklı çocuğa benzer...
Yine de oğlunu yitirmek, kim bilir ne garip şey, anne!

Beni burada arama, anne!
Kapıda adımı sorma!
Saçlarına yıldız düşmüş,
Koparma anne;
Ağlama...

Kırıldıysa düş evinin kapısı,
Bütün kırık kapıların çağrılışıyım!
Kızların yanaklarında çukurlaşan,
Biten, başlayan aşkların ortasındayım...
Her kavgada ölen benim!
Bayrak tutan, çarpışan...
Her kadın, toprağı tırnaklayarak doğurur beni!
Özlem benim, kavga benim, aşk benim...

Bekle beni, anne;
Bir sabah çıkagelirim!
Bir sabah, anne, bir sabah...
Acını süpürmek için açtığında kapını;
Umarım kurtuluş haberleriyle dönmüş olur,
Çam ve kekik kokuları içinde acı yüzlü çocuklar...
O zaman, nasıl indirilmişlerse şen şakrak;
Öylece kalkar uykudan şalterler!
Dişleyip tükürmeden sigaralarını,
Türkü tadında giyinirken işçiler!..

Bir sabah, anne, bir sabah...
Acını süpürmek için açtığında kapını,
Adı başka, sesi başka nice yaşıtım;
Koynunda çiçekler; çiçekler içinde bir ülke getirirler!
Başlarını koymak için yorgun dizine,
Sen hazır tut dizini, anne, o mükemmel güne!..

Nevzat Çelik


19 Kasım 2011 Cumartesi

Orkestra


12/11/2011
Stüdyo Sahne

Klasik 'salona gir, perdenin açılması ile sahnede gösterilen oyunu uzaktan izle' deneyiminden çok daha farklı bir deneyim yaşatacak bir oyun bu. Öncelikle oyun, sahnenin dışında, ta binanın girişinde başlıyor. Erken gelip de oyun saatini, girişteki masalarda oturarak bekleyen izleyiciler de bir anda kendini oyunun bir parçası olarak buluyorlar!

Bir restoran burası. Nazilerin yahudileri topladığı kamplardan biri olan Auschwitz kampından her nasılsa kurtulmuş 3 kadın, 30 sene sonra Brüksel'de buluşuyorlar. Birden, belki unutmak belki de unutmamak için kendilerini zorladıkları geçmişe dönüyorlar. Bir anda bir tren sesi ve bağrışmalar içinde bina dışından nazi askerlerinin copları arasında insanlar koşturuyor içeri. Bu esirler ilerdeki vagona bindiriliyorken seyirciler de bir anda esirler gibi vagonun olduğu alana sokuluyor. Etrafımızda nazi askerleri, düdükler, coplar ile vagonda olanları izliyoruz...

Oy
unun vagon kısmı bitince -yani tren kampa ulaşınca- esirler yine itiş kakış vagondan indirilerek salona sokuluyor. Ardından seyirciler, nazi askerlerinin copları ile bağırtılar arasında içeri giriyor. İçerisi karanlık, korkunç... Etrafta askerler dolanıyor, köpekler havlıyor! O ortam bile yetiyor, yaşananların ne kadar insanlık dışı olduğunu anlamaya... Hele bir de esirlere yaptıkları muameleleri görünce; kıyafetleri, yemekleri, askerlerin davranışları, gaz odalarına insanların gönderilişi... Oyun, o günleri çok güzel yansıtıyor izleyiciye...

"ARBEIT MACHT FREI" kampın sloganı. "Çalışmak özgür kılar" olarak çevirmişle
r oyunda. Çalışmak... Yaşamak için tek yaptığın bu! Çalışamıyorsan, hastaysan, sakatsan zaten ölüsün orada!



Oyunun ana temasında da çalışan, çalışmak zorunda bırakılan müzisyenler var. Bir kadınlar orkestrası; ki bu kadınların hayatta kalmalarının bir tek koşulu var: iyi bir orkestra olmak ve kendileriyle aynı yazgıyı paylaşan tutukluların işe gidişlerine, gaz odasına gönderilmelerine müzikleriyle eşlik etmek... Hem de verdikleri konserlerle klasik müzik düşkünü cellatlarını memnun etmek! İyi bir orkestra oldukları ve istenen eserleri düzgün çalabildikleri sürece hayatta kalabilecekler, bu onlar için bir şans gibi görünebilir. Ama bu mudur gerçek sanatçının yapması gereken? "Sen sanatçısın. Nerede, nasıl, hangi şart altında olursa olsun sanatını en iyi şekilde ifa etmeyi hedeflemelisin." diyor orkestranın şefi Alma. Peki ya bu, arkadaşlarının gaz odasına gönderilişinde canileri eğlendirmek için de geçerli mi? Bu canavarlığı yapanları eğlendirdiğini bilmek sanatın, sanatçının anlamını sorgulatmaz mı insana? Müziğin, bu muhteşem sanatın böyle bir vahşete alet edilmesine hem tanık hem aracı olmak koymaz mı insana!
Ünlü bir şarkıcı da vardır kampta esirlerin arasında: Fania. Ve onun hayranı kadınlar, erkekler... Hayranlarından biri zaman zaman ortaya çıkıp "Fania! Yaşa!" diyor. Yaşamak... Bu kampta tek gaye hayatta kalmak mı? Yaşa, inatla yaşa, her şeye rağmen yaşa, düşmana inat bir gün daha yaşa! Peki ya insanca yaşamak? Onuru kırılmadan, aşağılanmadan yaşamak? Sırf "insan" olduğu için birbirini sayan insanlar olamadıktan sonra, Polonyalı, Yahudi, Alman, komünist, direnişçi, asker olup olmadığını umursamadıktan sonra...yaşamak için umut kalır mı insanda?

Oyunun yönetmeni Ayşe Emel Mesci, şunları söylüyor oyun hakkında:
Arthur Miller'in senaryosunun adı Playin For Time. Zaman Kazanmak için Müzik Yapmak diye çevrilebilir. Orkestra üyeleri, bir nazi subayının komutuyla her an sona erebilecek hayatlarını biraz daha uzatmak umuduyla konserler verirken bir yandan da 'hayatın kendi ritmi içinde' kalmaya devam ediyorlar. Oyunu sahneye koyarken şu soruyu sık sık sordum kendime: Evet, ölçek, koşullar, dönem, her şey apayrı; ama biz çok mu farklıyız? 'Zamanı biraz daha uzatmak' için nelere göz yumuyoruz şu adaletsiz dünyada? Bizim "orkestra"mız kimler için çalıyor peki?

Oyundaki müzikler de canlı. Bizzat oyuncular tarafından çalınıyor. Bu da oyunu benzersiz yapan özelliklerden biri...
Oyun, kah ön sahnede kah arkada, kah yukarda kah aşağıda devam ediyor. Binanın her yanını sahne olarak kullanmışlar. Sahne düzenlemesi çok başarılı. Etraftaki tel örgüler, yataklar, vagon, gaz odaları, yukarıda askerlerin gelip gittiği, köpeklerin havladığı koridorlar...

Oyuncularl
a izleyiciler iç içe. Hatta dikkat edin, yanınızda oturan kişi seyirci değil, bir oyuncu bile olabilir! Oyunun arasında ve sonunda da sürprizler var!

Sahnede bir de ekran var. Olayların gerçek görüntülerini tüm yalınlığıyla gösteriyor seyirciye... O zamanlarda yaşananları tüm çıplaklığıyla sergiliyor. Oyundaki yaş sınırına kesinlikle uyulması gerektiğine, o görüntüleri görünce ikna olacaksınız! Oyundan, nedense Maria Mandel ile Fania Fenelon'u canlandıran Miraç Eronat ile Zeynep Hürol'un rollerini değiş tokuş yapmaları daha güzel olacakmış gibi bir hisle çıktım. Onun dışında giysilerinden dekoruna, müziklerinden ışığına kadar her şeyini çok beğendiğim bir oyundu. Hem kendinizi o günlerde yaşayanların yerine koyup onların yaşadıklarını biraz olsun hissedebilmek hem de alışılmıştan çok farklı bir tiyatro deneyimi yaşamak için kaçırılmaması gereken bir oyun.
Oyundan sonra insanın diline bir şarkı takılıp kalıyor:
Bugün dua ettim hepimiz için.
Yüce Tanrı insanı affetsin!..


Selcan
12/11/2011
Ankara

11 Kasım 2011 Cuma

3 gün istirahat

İçimdeki hassasiyeti törpülemek için rapor istiyorum hayattan.
Dinlenmeliyim evde...

"Hayati enfeksiyon için 3 gün istirahati uygundur."

Selcan
Eylül 2008

10 Kasım 2011 Perşembe

Ey Ata

Ey Ata,
Çocukların unutmadı seni sen gideli,
Her gün kalplerinden and içiyorlar
Kırmak için sana uzanan o kirli eli.

Asz