8 Şubat 2009 Pazar

Eşik


24/01/2009
Altındağ Tiyatrosu

Olanakları gitgide kısıtlanan kırsal kesim yaşamından kopup
kente göçmüş bir ailenin kentleşme sürecinde atlamaya çalıştığı
psikolojik, kültürel, ekonomik eşikteki çırpınışı.
Nasıl bir gidiş? Çözüme mi? Soruna mı?
Her ikisine de...


Halil: "Uzakta görünen şehrin ışıklarına bakar, derin derin düşünürdüm. Giderek çoğalıyorduk... Topraklar artık yetmeyecekti... Otlaklar git gide daralıyor, çoraklaşıyordu. Bir gün bizim de ışıklı şehre taşınacağımızı kurardım içten içe. Çocuklarımız okula gidebilsin, hastalarımız doktor bulabilsin, ailem rahat edebilsin diye. Sanki ışıklı bir masal ülkesiydi şehir. O ışıklarda bizim de hissemiz var diye düşünürdüm..."

Derken şehre taşır evini Halil. Ancak şehirden, köydeyken hayal ettiği şekilde faydalanamazlar. Hastalarımız doktor bulabilsin derken, hasta oğlu Mıstık'ı doktora götürmek aklına gelmez. Kızını okutamamıştır; tek umutları, tıp fakültesini kazanan büyük oğullarının okuyup doktor olmasıdır. Ancak kendini ticarete kaptıran Halil, oğluna göndermesi gereken harçlığı kıstıkça kısar. Sonunda oğlu parasızlıktan, imkansızlıktan okulu bırakmak zorunda kalır. Ancak eve geldiğinde, kendisine gönderilmeyen paranın "ele güne ayıp olmasın diye" eve alınan mobilyalara yatırıldığını görür. Öyle ya, onların neyi eksiktir, herkeste olan mobilyalardan onlarda neden olmasın? Böylece, sedirden koltuğa, kilerden buzdolabına, kilimden halılara geçiş ile şehir yaşantısına adapte olma aşması bir nebze de olsa tamamlanmıştır. Zaten taksitle satılınca Halil'in gözünde büyümemiş, almış gelmiştir. Ancak, oğlunun okul harçlığından kesilip taksitle satın alınan eşyalar yüzünden oğul büyük şehirde yapamamıştır. Babasının gönderdiği para hiçbir şeye yetmemiştir. Defter yok, kitap yok... Birinden borç alıp diğerine ödeyerek geçinmeye çalışan Kerem gittiği yerde, yedikleri, giydikleri, güldükleri, hatta gülüşleri bile farklı insanlar arasında kendine bir yer bulamamıştır. Sonunda yapamamış, pes etmiş ve okulu bırakarak evine dönmüştür. Yani çocukları okula gidebilsin diye şehre taşınan baba, şehrin koşturmacası içinde oğlunun eğitimini de sağlayamamıştır.

Taşı, toprağı altın diye gelinen büyük şehir, aileye hiçbir şey verememiştir.

"İnsan ömrünün, çocukluk, gençlik, olgunluk, yaşlılık gibi birbirini izleyen aşamalardan oluştuğu hep söylenir de, bu aşamalar arasındaki eşikler genellikle göz ardı edilir. Bir de ilk aşk, ilk eş, ilk iş, kadınlığa geçiş, erkekliğe geçiş ya da bunları ardında bırakmak zorunda kalış gibi gibi büyük eşikler vardır hayatımızda. Bizi derinden etkileyen, sarsan, aşıp aşmamakta kararsız kaldığımız, tedirgin olduğumuz eşiklerdir bunlar. Aştığımız ya da aşamadığımız eşikler ruhumuza, bedenimize, belleğimize derin izlerle kazınır." diyor oyunun yazarı Hasan Erkek.

Bu eşikten aşarken tökezler Halil'in ailesi. O aile ki; törelerin bireysel özgürlüğü kısıtlayıcı baskısından kurtulmuştur. Ana-babasına karşı çıkıp şehre taşınan Halil, gönlü olmadığı için kızının köyde bekleyen nişanlısıyla nişanını bozmuştur. Yine de kent düzenine uyum sağlamaları çok zordur. Yeterince "güçlü" olmayanların köyle kent arasındaki zorlu "eşik"ten geçmesi olanaksızdır. Anne babanın yaşadığı bocalamanın yanı sıra, evin genç kızı da kent düzeninde insanların riyakarlığıyla, aldatmalarıyla karşılaşır. Gönlünü kaptırdığı kentli bir zamparanın aşk oyuncağı oluverir. Sevmediği nişanlısından ayrılarak baskıcı köy ortamından kurtardığı kadın kimliğini, yolunu yordamını henüz öğrenemediği kent ortamında kurban eder.

Oyun hakkında, Prof Dr. Ayşegül Yüksel, "Hasan Erkek, benzetmeci-gerçekçi biçimde yazdığı bu oyunu karakter çözümlemesinden çok, "durum"u açımlayan açık göstergeler doğrultusunda biçimlendirmiş. Aile içinde yaşananların yalnızca bireylerden birinin ya da ikisinin yanlışlarından kaynaklandığını, zorlu bir psikolojik-kültürel-ekonomik geçiş süreci içinde doğruların saptanmasının ne kadar güç, bilinmezlerin ne kadar çok, sorunların ne denli çeşitli olduğunu göstermek istercesine...." diyor.
Oyun sonunda düşünmeden edemiyor insan: Taş yerinde ağır. Köyün o saf, duru kişilikleri şehrin riyakarlığında tutunamıyor, eziliyor, yok ediliyor. İnsanları köyden şehre göç ettirmek yerine şehir hayatının kolaylıklarını köye taşımak gerekir belki. Belki de taşımamak... Köyü köy yapan, ordaki insanları bu kadar diri, bu kadar paylaşımcı, bu kadar iyi niyetli, saf yapan belki de köy hayatının sadeliğidir, doğallığıdır.

Klasik bir konu olmasına rağmen hala günümüzün bir sorunu olmaya devam eden bir olguyu yansıtan güzel bir oyun Eşik...

Hayatlarımızdaki eşiklerden kolaylıkla aşabilmek dileğiyle...

Ocak 2009
          
      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder