14 Aralık 2012 Cuma

Kontrabas


06/03/2012
Oda Tiyatrosu

Bir adam, bir kontrabas - ki bir çalgıdan çok daha fazlası olduğunu oyun sürecinde anlıyoruz - ve iç içe geçmiş kontrabaslardan oluşan bir dekor, başarılı bir ışık düzeni, oda tiyatrosunun o oyuncuyla göz göze gelebilme ve gözlerindeki ışığı görebilmenin ve "oyuncuyu evinizin salonuna misafir etmişlik" hissinin verdiği sıcaklık... 

Dekorun ve ışığın güzelliğinden özel olarak bahsetmek gerekir yeri gelmişken: hayatın ve ona dair pekçok şeyin -aile, iş, kıskançlık, başarısızlık, sevgisizlik, aşk, arkadaşlar, kendini arayış vs. - bir çeşit hesaplaşma içinde anlatıldığı bu oyunda mavinin tonlarında ışıklandırılmş kontrabas şeklindeki dekor, hem görsel olarak keyif veriyor insana hem de kontrabasın simgelediği şeylerin hayatlarımızda nasıl da iç içe olduğunu, katman katman özümüzü sarmaladığını düşündürüyor. Başka hiçbir şeye ihtiyaç yok sahnede, adam ve hayatının merkezinde yer alan kontrabası yetiyor, yazarın anlatmak istediğini anlatmaya...

Sahi, ne anlatmak istiyor yazan, yöneten, oynayan bu oyunda?  Kontrabas çalarak babasından; ama bunu devlet orkestrasında memur olarak yaparak annesinden intikam alan bir adam mı bu? Platonik aşkı mezzosoprano Sarah'a kendini gösterebilmek için her konser öncesi aşkının adını bağırmayı düşünen bir romantik mi yoksa çalgısının şeklini bir kadına benzeterek cinsellik ile sanatı karıştıran bir seks düşkünü mü?

Bir hesaplaşma bence bu. Adamın, bir perdelik süre boyunca sahnede karşımızda kah kendisiyle kah diğer insanlarla yaptığı bu hesaplaşmadan kendi payına bir şeyler bulabiliyorsa izleyici, ne ala!


Kontrabas... Adamın kendini özdeşleştirdiği bir çalgı. Bir taraftan orkestranın olmazsa olmazı: Bir orkestra, şefsiz olabilir; ama kontrabassız asla! (...) Orkestra ancak ve ancak bir basın bulunduğu yerde başlar. Bası çekin alın, Babil’deki dil kargaşasının dik âlâsı çıkar ortaya! Ama diğer taraftan kullanışlı bir çalgı değildir kontrabas; çalgıdan çok insan yaşamına engeldir! Taşıyamazsınız, sürüklemeniz gerekir. Bir düşerse parçalanır. Evde hep etrafından dolaşmak zorunda kalırsınız. Öyle salak salak durur ortada! Bitmedi, kontrabasa olan hıncı, çalgının cüssesinden bahsederek dinmez adamın! Zaten gönüllü olarak başlamış değildir kontrabas çalmaya, kendi deyimiyle "gürültü" çıkarmaya; daha çok bakire bir kızın çocuğu olması gibi, rastlantısaldır bu durum! 'Davulun sesi uzaktan hoş gelir' misali, kontrabas da insanın ne kadar uzaklaşırsa o kadar iyi işittiği tek çalgıdır. Zaten kontrabas çalmak sırf kuvvet meselesidir, müzikle ilgisi arkadan gelir. Ayrıca, o hantal, yerinden kıpırdayamayan kontrabasın telleri, insanın parmaklarını nasır içinde, çalanını ise ter içinde bırakmaktadır. Ama en kötüsü; katı bir hiyerarşi içinde kurulu bir yapı olan orkestrada bu hantallık yüzünden en arkada yer almaktır! Bu enstrüman arka planda kalmaya mahkûmdur. Bu nedenle çalanı da arka planda bırakmaktadır: Bir de en arkadasın, alkış da alamıyorsun. Bütün alkışları kemanlar kapıyor, davulcu bile alkışlanıyor! 

Hepimiz böyle değil miyiz aslında? Yaptıklarımız ile dünyada fark yaratmak istiyoruz. Bir orkestrada görev almak, bir şeyler üretmek istiyoruz. Ve içten içe bu uğurda yaptıklarımızın diğer insanlar tarafından fark edilmesini, iyi işlerimizin takdir edilmesini bekliyoruz. Alkış bekliyoruz seyirciden! Sadece ön sırada oturan kemancılar değil, arka sıradaki bizler de övgülerden nasibimizi alalım istiyoruz. İnsanın doğasında var bu...


Adam, oyun boyunca hesaplaşmalarına devam ediyor. Geçmişiyle hesaplaşıyor mesela... Sanatla ilgisi olmayan baskın bir baba, aklı fikri sanatta olan zayıf bir anne ve küçük kız kardeş arasında; çocuk olarak annesini taparcasına sevmesinden, annesinin babasını, babasının kız kardeşini sevmesinden bahsediyor ve bu döngü içinde kendisini seven kimsenin olmadığını söylüyor. Nihayetinde babasına olan nefretinden memur değil, sanatçı olmaya karar veriyor; ancak annesinden öç almak için soloya en elverişsiz, en kullanışsız çalgıyı seçiyor. Geçmişinden gelen bu intikam hevesi ile hem annesine hem babasına inat, devlet orkestrasına girerek memur bir sanatçı oluyor! Diyor ki: Yok, gerçekten, insan anasından kontrabasçı doğmuyor. Kişiyi oraya götüren yol nice yanılmalardan, rastlantılardan, hayal kırıklıklarından geçiyor!..

Peki ya biz? Uğraştığımız meslekler kendi seçimlerimiz mi? Bizi buralara hangi yanılgılar, tesadüfler, umutlar, umutsuzluklar getirdi? Mesleklerimiz uyuyor mu yeteneklerimize? Adamın dediği gibi, kamyonlara bidonları kaldırıp durmadan çöp boşaltanlardan olsak başka biri çöp bidonunu bizden daha iyi boşaltıyor olsa gücenir miyiz? Solo çalmaya müsait olmayan bir enstruman çalan adam gibiyiz belki de. Kendimizi nasıl göstereceğiz işimizde; başarımızı, farkımızı nasıl göstereceğiz? Sevdiğimiz insanlara nasıl fark ettireceğiz kendimizi, toplumdaki hiyerarşi içinde en arkada oturmak zorunda kalan bir kontrabasçıysak? 

Adam, geçmişini, bugününü, hayatını kontrabas ile anlatmanın yanı sıra platonik aşkını da bu çalgıyla anlatır bize. Devlet orkestrasında yer alan bir mezzosopranodur Sarah. Bu öyle bir platonik aşka dönüşmüştür ki adam kah kızmaktadır Sarah'a kah aşkından divane olmaktadır. Kah kıskanmakta kah sıradan bir cinsellik nesnesi olarak görüp aşağılamaktadır. Adamın bu çalkantılar içinde bocalaması, aşkın kendi dengesiz yapısını da vurguluyor aslında. Aşk da böyle değil mi zaten? Hem sevginin hem nefretin zirvesine taşımaz mı insanı? Korkarak, kıskanarak, çaresiz hissederek, öfkelenerek yaşamaz mı insan aşkını? Oyunda da adam aynı hislerle dolu işte. Tüm gününü 'gerekli gürültüleri çıkaran' o hantal kontrabasla egzersiz yapmakla geçiren adam, orkestrada kendini geri plana attırdığı için kızmaktadır çalgısına. Bir taraftan da aşık olduğu Sarah'a ulaşmanın tek yolunun konser öncesinde "Sarah!" diye bağırmak olduğuna inandırmıştır kendini. Sarah, o güzel sesli mezzosporano, ancak bu şekilde fark edebilecektir kendisini. Oyun boyunca dilinden düşürmez bunu: Bir gün konser öncesi "Sarah!" diye bağıracak ve aşkını ilan edecektir. Peki yapabilecek mi bunu? Kendi küçük dünyasına bu kadar yoğunlaşmış bir insan, her şeye karşı öfkeli, herkese kızgın iken kendini ve sevdiği kızı rezil etmeyi, kendi işini kaybetmeyi göze alarak bağırabilecek mi opera öncesinde? Buna cesaret edebilecek kaç kişi var aramızda?

...

Müzikle ilgili gibi görünse de Kontrabas, izleyiciyi, seçtiği mesleği ve yaşadığı hayatı, neden bu seçimleri yaptığını, işini sevip sevmediğini sorgulamaya sevk ediyor. Ayrıca, orkestrayı toplumun bir aynası olarak nitelendirerek hayat dediğimiz çok seslilikte bizim yerimizin ne olduğunu, ne kadar önemli olduğumuzu, alkışlardan ne kadar pay aldığımızı, var oluşumuzla ne fark yarattığımızı düşünmemizi sağlıyor. Ve solo yapmaya elverişli olmayan kontrabas gibi biz insanların da tek başımıza yaşamaya elverişli olmadığımızı söylüyor.

Olcay Kavuzlu o kadar iyi bürünüyor ki oynadığı role; öfkelendiği zaman seyircilerin arasına dalıp tekme tokat dövmeye başlayacakmış gibi hissettiriyor.  (Hatta oyunun bir bölümünde seyirciye Camille Saint-Saëns'in Hayvanlar Karnavalı'nda kontrabasın hangi hayvan tarafından temsil edildiğini sormuştu. Bunu öyle öfkeli sordu ki; kimse yanıt vermeye cesaret edemiyordu. Bir süre devam eden sessizlikten sonra ben 'kanguru' deme gafletinde bulundum. O an verdiği tepki halen gözümün önünde: bana doğru uzatılmış bir kol (ve ucunda belirli bir şekle getirilmiş bir el) ile cevabın yanlışlığını belirterek "Fil!" diye bağırışı... Tüm seyircilerin önünde gelip beni pataklayacak sanmıştım:) Benzer şekilde romantik bir aşık, sevgisiz büyümüş bir çocuk, haksızlığa uğramış bir sanatçı, "her şeyin şimdi olduğundan başka türlü olması gerektiğini düşünen ama ne türlü olması gerektiğini de pek bilemeyen bir adam"...

Dekor ve ışık hakkındaki beğenilerimi de yazmıştım, daha fazla sabredemeyip metnin ta başında. Bu oyunun sahnelenmesinde emeği geçen üç önemli kişinin oyun hakkında yazdıkları da paylaşmaya değer bence:



Patrick Süskind (Yazar): 
Konusu -birçok başka şeyin yanı sıra- bir adamın, küçük odasında yaşayan bir adamın bütün hayatı. Bunu yazarken kendi deneyimlerime dayanabildim; çünkü benim de hayatımın en büyük bölümü gittikçe küçülen ve dışına çıkmakta gittikçe daha çok güçlük çektiğim odalarda geçiyor. Ama umarım günün birinde öyle küçük bir oda bulacağım ve bu oda beni öyle sıkı sıkı saracak ki çıkarken kendiliğinden benimle geliyor olacak. O zaman böyle bir odada oturup birden çok odada geçen iki kişilik bir oyun yazmayı deneyeceğim.

Metin Belgin (Yönetmen): 
Bu oyunu farklı kılan, birey ve topluma bakış açısının bir müzisyen üzerinden, üstelik solo çalmaya elverişli olmayan bir çalgının tutsağı müzisyen üzerinden yapılıyor olması. ... Oyunu Ankara Devlet Tiyatrosu'nda yeniden seyirciyle buluştururken salt kontrabasçının diyalog kurma çabasının ötesine geçip bilinçaltı dünyasının sınırlarını zorlayan, egosunun duvarlarını ören ya da yıkmaya çalışan, kendini ya da hayalindeki kadını çalgısıyla özdeşleştiren, giderek kontrabaslaşan bir insanın altını çizmeyi yeğledim.  Bunlarla birlikte oyunu dekorun ve ışığın görselliğiyle destekleyerek yorumladım. "Kalabalığın içindeki yalnızlığımız...."

Olcay Kavuzlu (Oyuncu): 
Tek kişilik bir oyun olan Kontrabas, karakterin iç dünyasında yaptığı serüven şeklinde gelişir. Bu serüveni yaşan adam, an gelir yüksek dağların doruklarından dünyaya haykırır; an gelir okyanusların derinliklerinde bilinmezliğe gömülür; an gelir yaşama sarılır; an gelir yaşamdan çılgıncasına kaçar. Seyirciye, oyundaki kahraman aracılığıyla esas soruyu yöneltir: Siz nasıl yaşıyorsunuz?


Selcan
13/12/2012
Ankara


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder