30 Aralık 2009 Çarşamba

Rezil

Bir otobüsün peşinden koşmaktan daha rezil edici tek şey, bir otobüsün peşinden koştuğu halde yetişememektir!..

Selcan
15.4.2009

28 Aralık 2009 Pazartesi

Salihat-ı Nisvandan Saffet Hanımefendi'ye


Hatırlarım bir akşam bir yokuşa durmuştum;
İri atlarımız macardı, dantellerimiz alman...

Ne Göksu'da bülbül dinlemek ne Abdülhak Şinasi Bey...
Ipılık bir sevgi geçerdi ara sıra içimden o zaman.

Siz ne zaman öldünüz Allah aşkına; yani ne zaman?
Kirli karlar bile erimemişti; haber yoktu nisandan!

Rüştü paşaydı, 'Deli Rüştü'ye çıkmıştı adı Osmanlı ordusunda.
O zaman Hamit'ti padişah, kocaman bıyıkları kocaman...

O günlerde her şey akıp giderdi biz de şaşardık;
Hürriyet meşrutiyet otuz bir mart falan filan...

Gemiler de öyle, boğazdan aşağı boğazan yukarı...
Bıyıklarını burardı, umursamazdı paşa kocam o zaman.

Rüştü Paşa'ydı, sakallıydı belki, sadece sakallıydı;
Ki sakallar geçmişinde her halde bir orman!..

Bir oğul, bir kız, iki gelin, bir damat, İsviçre Lozan...
Nasıl ağladığımı ben bilirim bir yangının ardından!

Uykularım bölünüyor, artık şu konağı bekliyorum.
Söyle ey muhabbet kuşunun tüyü, söyle, ölüm ne zaman?

Hep bir şeylere baktım, bir şeyleri korudum, kızdım...
Kızgındı; haremi vardı; sakallıydı Rüştü Paşa o zaman.

Hatırlarım, bir akşam bir yokuşa durmuştum.
İri atlarımız macardı, dantellerimiz alman...

Bahriye nazırı Tevfik Paşa, mütarekeler falan...
Dünya nasıl çekilirdi ayaklarımın altından!

Annemin sonsuz giysileri, bir telaşı bileyen tramvay....
Ben ne güzel çocuktum yalnızlıkların ardından!

Yeniköy'de bir yalı, Fatih'te evler, ayışıklı bir zaman...
Rüştü Paşa'ydı adı, Yıldız'da ve Dömeke'de kahraman...

Herkes ne zaman ölür; elbet gülünün solduğu akşam!
Aldım anlayamadım; öldüm anlayamadım almadığım bir akşam...


Daha önce hiç ölmedim temmuzum ve incilerimle!
Göksu'yu ışıklarla teşrif ettiğimiz akşam...

Ne zaman gülüm solar, ne zaman deniz, ne zaman akşam?
Ne zaman gemilerdi, ne zamandı paşa kocam?!

Artık başucum dinlendirir bir şamdanın süsünü...
Söyle ey Göksu akşamı, Hafız Burhan, ölüm ne zaman?..

Mevlutlar okunur, dalgalar kalır bir geminin ardından;
Öldüm ben, Saffet Hanımefendi, salihat-ı nisvandan!..


Turgut Uyar


14 Aralık 2009 Pazartesi

Haberler

İnsan, yaşı büyüdükçe güçsüzleşiyor mu?
Yoksa hayatın zorluğunu, sorumlulukların yükünü daha iyi anladığı için mi bu kadar parçalanıyor yüreği, tanımadığı insanların ölüm haberlerine?

Selcan
11.12.2009

13 Aralık 2009 Pazar

Anam Bacım Avradım

Kadına karşı ayrımcılık ve aile içi şiddet..
Müzikal kabare üslubuyla işlenmektedir bu oyunda.


Herkesin dilinden düşürmediği şu namus nedir Allah aşkına? Tensel bir düzeye sıkıştırılmış, anlık bir dürtü ile kaybedilebilecek bir şey midir sadece? Yoksa yalan söylememekten kul hakkı yememeye, ihtiyacı olanlar yardım etmekten yaptığı yardımı kimsenin yüzüne
vurmamaya kadar hayatın her alanını kapsayan bir kavram mıdır?


Oyunumuz, namusun toplumda algılanışı çok güzel anlatıyor. Delikanlılar, bacılarının bir erkeğe sevdalanmasını, onunla görüşmesini sadece kahvede arkadaşlara madara olmamak için önemserler oyunda. Onlara göre namus, kahveye başı dik girebilmek için önemlidir. Bir baltaya sap olamamış, ailelerinin -sırf erkek doğdukları için- sürekli el üstünde tuttukları, işi gücü kahvede takılıp namus bekçiliği yapmak olan delikanlılar, mahallenin "namus grafiği" üzerinde tartışarak kimin bacısının namussuzluk (?) yaptığını karara bağlarlar. İşin en çarpıcı tarafı ise, namustan en çok dem vuranların en çapkınları olmasıdır. Mahallede namus bekçiliği yapan arkadaşları, delikanlılar arkalarını döner dönmez kız kardeşlerine sarkıntılık yapar.


Anne-babalar için namus, kızlarının beyaz gelinliğin beline kırmızı
kuşak bağlayarak evlenmeleri için önemlidir. Namusu bu kadar dar anlamda değerlendiren bir toplumda tutunabilmek için önemlidir. Belki de o toplumda, o değerlerle yetiştirildikleri için onlar da çocuklarını aynı şekilde yetiştirirler. Ancak bir şeylerin yanlış olduğunu fark eden çocukları olduğunda ne yapacağını bilemez, dayağa, cezaya, zorlamaya başvururlar. Özellikle de başkaldıran, kızlarıysa. Tabi, her şeyin erkek evlatların daha rahat yaşaması için tasarlanmış bu düzende, erkeklerin şikayetçi olacağı fazla bir şey yoktur. Onlar, ne yaparlarsa yapsınlar ailelerinin gözbebeğidirler. "Erkektir, yapar!" denir, ne yapsa hoş görülür, ne yapsa affedilir. Oysa kız evlatlar, ağzıyla kuş tutsa yaranamaz eve. Evin yemek, çamaşır, temizlik gibi işlerini yaparlar. Baba sözünden dışarı çıkmazlar, hatta evden bile dışarı çıkmazlar.

Arkadaş- larıyla vakit geçirmezler, okula gidemezler. Namus derdine, "yarı açık babaevi"nde evlenene kadar vakit doldururlar. Kızlarını sevmediği biriyle evlenmeye zorlamakla kalmaz, dayak yemesine, ezilmesine, hor görülmesine rağmen kocasından ayrılmasına izin vermezler. Her şeye rağmen ayrılmaya karar verip baba evine dönse bile içeri almaz, kocasına dönsün diye zorlarlar.


"Hayatta kalmayı öğretmedi hiç kimse!" diye yakınan kız, ya koca dayağına dönecek ya da kararında ısrar edip hayatta kalmayı kendi başına öğrenecektir. Tecavüze uğrayıp tecavüzcüsüyle -sırf adam hapse girmesin diye- evlendirilen ve hayatlarını aynı mutsuzlukta sürdüren arkadaşları gibi olmak istemiyorsa şehre gidip kendi düzenini kurmaktan başka çaresi yoktur.

Kendimizden de çok şey bulacağımız kızın şehir yolunda ve hayatta nasıl kalacağını bilemediği şehirde yaşadıklarını çarpıcı bir şekilde anlatıyor oyun. Toplum, genç bayanların, özellikle de dulların, kendi başlarına yaşamasına izin vermeye yanaşmaz. Kocalar da eşleri de bilir ne yazık ki; mahallede dul bir bayan olduğunda erkeklerin aklının karışacağını. İstemezler, kabul etmezler, yaşama şansı tanımazlar ömrü boyunca ezilmiş bu insanlara. Sonuçta onlara göre namus olan, gençkızlara göre kabusa dönüşür.


Bir şekilde şehire varmayı başaran kız, kendi başının çaresine
bakabileceği bir iş, kalacak tek oda bir ev ararken tecavüze uğrar. Birden basına yansır olay ve haberciler sıkıştırmaya başlar. Ancak, basının derdi kızcağıza yardım etmek ya da olayı tarafsızca kamuya duyurmak değil, magazin boyutuna taşıyarak reytinglerini artırmaktır. Basına getirdiği bu eleştiri de insanı, tavuk-yumurta çıkmazı gibi, insanlar mı magazin haberleri izlemek istiyor yoksa basın mı her şeyi magazin haberi gibi sunuyor diye düşünmeye zorluyor. Oyunda ayrıca, haberleri sunan spikerin ekranda görünen kısmında gayet şık gömlek ve ceket varken görünmeyen kısmında oldukça pespaye bir şort, ayaklarında terlikler olduğunu görüyoruz ki; bu, bütünü göremediğimiz durumlarda, basında gördüğümüz kadarıyla genellemeler yapmaktaki hata payımızı gözler önüne seriyor.


Basına yansıyan bu durum, polis karakolunda da hem acı hem komik olaylar doğurur. Polis, olayı
dinlemeden yargılara varmaya kalkar. Önyargılar, anlamadan dinlemeden karar vermeye kalkışmalar, işini yapmaya üşenmeler sebebiyle şikayetçi olan tarafı neredeyse suçlu ilan eder.

Oyunda, eleştirilerden nasibini alan başka bir sistem de sağlık sistemidir. Sağlık güvencesi olmayan hastaları içeri almayan hastane ekibi ile doğum sancısı çekerek dışarıda bekletilen kadınların arasındaki konuşmalar da insanı güldürürken düşündürüyor.


Oyunda, şimdiye kadar izlediğimiz Türk filmlerinden aşina olduğumuz gibi, kız sonunda geneleve düşer. Ancak şunu hemen vurgulamak isterim: aşina olduğumuz bir durum olsa da, oyun bunu öyle güzel
yaşatıyor ki; sonunu bildiğiniz halde "acaba şimdi ne olacak?" diye merakınız hiç dinmiyor. Burada bile ezilen, aşağılanan kadınların çilesi bitmez elbette. Parayı onlar "kazandıkları" halde, patron alır. Onlar çalışır, patronlar yer. Ayrıca, erkeklerin evde eşlerini döverek genelevdeki kadınlardan şefkat beklemesi de çok çarpıcı bir şekilde yansıtılıyor. Evlerinde, onlar için çırpınan, bir dediğini iki etmeyen eşleri beklerken erkeklerin, karşılığında çocuklarının rızıklarını vererek bu kadınlarla birlikte olmak istemesi, dünyanın bu düzeninde hep var olacak bir durumu vurguluyor.


Ve sonunda, baba evinin olduğu
mahallenin kahvesinde, namussuz namus bekçileri tarafından karar verilir: ağabeyi kızı öldürmek ve bu namusu temizlemek zorundadır! Eline silah tutuşturularak öz kardeşini öldürmesi için şehre yollanır delikanlı. Aslında, canıdır, kanıdır kardeşi; et-tırnak gibilerdir, ayrılamazlar. Ama işte, erkektir, gaza gelir kahvedeki arkadaşlarının sözleriyle. Namus, böyle öğretilmiştir ona, başka türlü olabileceğini düşünmez. Sormaz bile kardeşine neler olduğunu, silahı doğrultmadan önce. Bilmek ister mi başına neler geldiğini, başka bir düzende olsa çeker kurtarır mı kardeşini o bataktan, korur kollar mı, sahip çıkar mı bilinmez... Bir bakışla bile çabucak kirlenen namus, sandıktan çıkarılan bir silahla çok da çabuk temizleniverir. Emek harcamak gerekmez; çalışmak, yorulmak, kafa patlatmak gerekmez. Bir tetik çekmek kadar basittir; tetik çekilir, namus temizlenir...

...

Bol şarkılı, danslı bir oyun Anam Bacım Avradım. Çok güzel kurgulanmış, dekorundan giysilerine kadar çok güzel hazırlanmış. Oyuncuların sıcaklığı da sizi oyunun içine çekiveriyor ilk andan itibaren, birebir yaşıyorsunuz olayları.

Ayrıca, bu kadar neşeli bir oyunda bu kadar düşündürücü unsurun olması da oyunun başarısının başka bir göstergesi. Bu kadar başarılı bir eser ortaya koydukları için emeği geçen herkesi ayakta alkışlamak, sonra tekrar tekrar alkışlamak isteyeceksiniz.

.

12 Aralık 2009 Cumartesi

Yok Mu Gören?




Sorma bu ara şu halimi!
Bu acıların hepsi mi daimi?
Yazık oldu her iki tarafa da...
Şimdi sence daha iyi mi?

Sorma bu ara şu halimi...
Bu acıların hepsi mi daimi?
Yazık oldu her iki tarafa da!
Şimdi sence daha iyi mi?

Bir gün oldu, iki gün oldu...
Ay oldu, yıl oldu ümitlere!
Unutmuyor gönlüm seni;
Seviyor her gün, her gece!
Yoruldu, duruldu, kırıldı, vuruldu birkaç kere...
Yazılıdır hepsi hikayede.

Yok mu bir haber alan?
Yok mu gören?
Bu mudur adetin; bu mudur tören?
Yaz ya da söyle bulamadım böyle;
Neresi açık adresin, neresi yören?!..

.
.




11 Aralık 2009 Cuma

No Slack

There is no slack in my life-schedule. That's why whenever i do something else instead of doing what's written in my schedule, i lag behind! i have no spare time. If i chat with my family, i can not finish my report on time. If i sleep 1 hour more, i can not get to work on time. i just need to obey the rules without questioning. Otherwise i can not finish my life-project on schedule.

There's no slack, no spare time; just the items of to-do list...

Selcan
9.11.2009

.

10 Aralık 2009 Perşembe

Sis


7/12/2009
Ankara - Kırşehir yolu


Yolun bittiği o noktadayız. Bilinmez bir geleceğe doğru son hızla ilerliyoruz. Yolun yanında hiçbir şey görünmüyor. Binalar mı var, tarla mı, yoksa boş bir arazi mi? İnsanlar var mı, ya çocuklar? Yolun devamı var mı? Uçurum mu ilerisi yoksa dümdüz bir çizgide mi ilerliyor yol?

Anı yaşamak gibi... İlerisi yok, gelecek yok, sağ yok, sol yok. Sadece üç kesik çizgi boyunca görünen önümüzdeki yol var... Daha ötesini, ancak ilerleyince görebiliyoruz; sadece yaşayınca ulaşmak gibi geleceğe... Ne bekliyor bizi ileride?

Hayat var mı sisin içindeki görünmezlikte?
Kimse bizi göremese de bu sis içinde, biz var mıyız?

Selcan

6 Aralık 2009 Pazar

Köşebaşı


24/04/2009
Küçük Tiyatro

"Şu yıldız bu gece parıl parıl...
Şu öteki, o da parlıyor. İşte bir tanesi de kaydı.
Eh, kısmet kapısı yıldızlar...
Kimi açılır, kimi kapanır..."


"Köşebaşı bir hayat dilimdir; ama bir ferdin ya da birkaç ferdin hayat ifadesi değil, bir mahallenin hayat ifadesidir. Oyun sokakta geçer. Eserin asıl kahramanı mahalledir. Mahallenin de kendine göre bir hayatı vardır. Bu hayatın iç köşelerini yine kendi ifadesi olan dedikoduların da dedikodu dediğimiz karmaşık çatışma hallerinde bulabiliriz.
Evet, bir hayat dilimi... Eski bir mahallenin yirmi dört saatinden alımış bir kesitle günlük yaşayışımızdan bir tablo... Hemen herkes özel hayatının sınırları içinde, bizi daha derinden sınırlayan bir çevrenin tesirlerinden habersiz gibi hareket eder! Oysa ki isteklerimiz yahut kararlarımız ne kadar çeşitli engellerle karşılaşır!" diyor oyunun yazarı Ahmet Kutsi Tecer, Köşebaşı hakkında seneler önce 1947'de Küçük Tiyatro Dergisi'ndeki yazısında...


Küçük Tiyatro'nun 27 Aralık 1947'deki açılış oyunu olan Köşebaşı, seneler sonra prömiyerini yine 27 Aralık'ta yaptı. Geleneksel orta oyundan beslenen ve çağdaş bir biçim ve içerikle sunulan bu oyun, İngilizce'ye çevrilen ilk oyun olmasının yanı sıra ABD Wiscounsin Üniversitesi Tiyatro Bölümü'nde 1952 senesinde sahnelenerek yurt dışında oynanmış ilk Türk oyunu olma özelliğini de kazanmıştır.

Oyun bir mahallede geçer. Hepsi bu kadar aslında. Ne bir kahramanı ne başlangıçtan sona doğru gelişen bir olay dizisi var. Prof. Dr. Sevda Şener'in AÜ DTCF Yayınları'ndan kısaltılarak aktarılan notlarında, oyun hakkında şu yorumları paylaşmaya değerdir: "Oyunun asal teması, yaşamın ölümden doğuma, doğumdan ölüme sürekli bir devinim içinde olduğu ve bu devinimin bir kısır döngü olarak durmadan kendini yinelediğidir. Oyunun toplumsal teması ise, toplum bünyesindeki sürekli bir değişim ve bu değişimin yarattığı ekonomik güvensizlik ve değer karmaşasıdır. Mahallenin portresi, bir geçiş döneminin manzarasını gösterir. Bu dönemde çelişik değerler yan yana yaşamakta; bu durum insanların güvensizlik duymalarına ve birbirleri ile çatışmalarına yol açmaktadır."


Köşebaşı, seneler önce sahnelendiğinde rol alan oyuncuların fotoğraflarıyla da süslenmiş olarak çıktı karşımıza. Tiyatronun vefasının güzel bir örneğiydi bu da...
Ancak itiraf etmeliyim ki; çok yavaş akan bu oyuna yorgun giderseniz zaman zaman dalıp gitmenizi engellemeniz çok güç oluyor.

Çok hareketli, şen şakrak bir oyun beklentiniz yoksa; hayatın doğum ve ölüm gibi devinimlerine kafa yormayı seviyorsanız Köşebaşı'nı mutlaka izlemelisiniz...

Tahtsız Kral

İngiliz kralı VIII. Edward, sevdiği kadın için tahtını terk ettiğinde de kimse bu tercihe anlam verememişti; çünkü 'geçer akçe' olan "taht"tı ve bir kadın için koca imparatorluğun nimetlerini tepmek "akıl dışı" sayılıyordu.

Birini her şeyden vazgeçebilecek kadar çok sevmenin, insanın başına hiçbir tacın sağlayamayacağı türden bir asalet halkasını takacağını düşünemediler.

İngilizler, tahtsız kralın ardından dövüne dursun, tahtsız kral da sevgisiz İngilizlerin haline acıdı durdu hayatı boyunca...

Can Dündar
Yarim Haziran


3 Aralık 2009 Perşembe

17 Kasım 2009 Salı

Balkon:)


Beypazarı, Ankara
Nisan 2008



10 Kasım 2009 Salı

Hep Gül ATAM



Çok sevdiğim bir öğretmenimi kaybetmiş gibiyim. Dedemi kaybetmiş gibi... En sevdiğim amcamın yokluğunun sızısı gibi bu, çok sevdiğim ve hayranlık duyduğum bir tanıdığı bir daha göremeyecek olmanın acısı gibi...

Tökezledik Atam, doğru! Yolumuzdan şaşar gibi olduk, izini yitirdik de izinden gelemedik bir süre... Ama düştüğümüz yerden kalkıyoruz artık. Ayaklarımıza batan dikenleri temizliyoruz! Üzerimizdeki tozu silkiyoruz! Yolumuzu bulduk artık; kaybettiğimiz izine rastladık yeniden!

Gerekirse yeniden Kurtuluş Savaşı vereceğiz, biz, kurduğun cumhuriyetin kadınları, erkekleri, gençleri, çocukları! Pes etmeyeceğiz; vazgeçmeyeceğiz mücadele etmekten!

Bu sene, o muhteşem gülüşünle baktığın fotoğraflarla anıyoruz seni.
Hep gül Atam; hep öyle içten, öyle sıcak gül bize...

Selcan

10/11/2009
Ankara

31 Ekim 2009 Cumartesi

Yok Bir İsteğim

İstemeyi bilmiyorum ben. Belki isteğimin yerine getirilmemesine tahammülüm olmadığı için bu riski göze alamadığımdan belki de şimdiye kadar birinden bir şey isteyince daha fazlasını ona yapmalıymışım gibi hissettiğim ve böyle yapınca hep sömürüldüğüm için...

O kadar alışmışım ki kimseden bir şey istemeden her işimi kendi başıma halletmeye; doğum günü pastamdaki mumları üflerken bile ne dileyeceğimi bilmiyorum! Mumlar karşımda eriyip biterken "Hadi ama! Olmasını istediğin bir şey, bir dilek, bir istek olmalı!" diye kendi kendime kıvranıyorum. Ama yok! İstemiyorum, istediğim bir şey yok hayattan. Hak ettiklerimi alırsam emeğimin karşılığı olur; hak etmemişsem de "Şunu istiyorum!" demenin bir anlamı yok ki...

Hayat! Bana bulaşma!
Ne ben senden bir şey istiyorum ne de sen benden iste!
Kendi yağımızla kavrulalım ikimiz de...

Selcan

17/01/2009
Ankara

29 Ekim 2009 Perşembe

Coşkunu Yitirme!

29 Ekim 2009
Cumhuriyet 86 yaşında...




Bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı!


21 Ekim 2009 Çarşamba

Kışlalı


Çayyolu Engürü Sitesi. 21 Ekim 1999:

Saat 09.28. Cumhuriyet gazetesine 'Kınıyorum' başlıklı yazısını faksladı.

Saat 09.35.

Eşi Nilüfer Kışlalı ve minik bebeğini kente indirecek, sonra derse girecek. 'Nilüfer' dedi, 'Ben arabayı ısıtayım. İki-üç dakika sonra gelirsiniz.' Evden çıktı.

Saat 09.40!

Nilüfer Kışlalı, 'Çok neşeli bir sabahındaydı' dedi...

http://www.kislali.org


14 Ekim 2009 Çarşamba

Sebebi

Seni ben soktum bu sıkıntılara... Sesindeki moral bozukluğunun sebebi benim, onca yol gelip gitmekten yorgun düşmenin sebebi benim; olumsuz cevap gelirse yaşayacağın hayal kırıklığının da sebebi benim!

Halbuki ben alışmıştım kaybetmeye, işlere başvurup reddedilmeye; sonuçlar açıklanana kadar kurduğum hayallerin bedeli olarak kendime güvenimi yitirmeye alışmıştım! Hatta öğrendim de üstesinden gelmeyi, her yenilginin ardından üstüme batan dikenleri çıkarmayı öğrendim!

Seni de bu keşmekeşe bulaştırmamak için çok çalıştım, çok istedim başarmayı.
Ama...Kendi başıma halledemedim, affet... Beceremedim kazanmayı!

Selcan


Kötü Alışkanlıklar




7 Ekim 2009 Çarşamba

Erdem

İnsanlık mükemmelleştikçe insanın değeri azalıyor. Her şey yalnızca ekonomik çıkarların karşılıklı olarak dengelenmesine indirgendiğinde, erdeme yer kalacak mı?

Flaubert'in Papağanı
Julian Barnes

Böyle Olmaz

Böyle olmaz!

Başkanın kafasına ayakkabı atmakla, kaldırım taşlarını sökmekle, camları kırmakla, sopalar sallamakla olmaz!

Ekonomik savaş bu, senin kas gücünle kazanılmaz!
Gelişmişlik savaşı bu, trafikte sıkışan polis arabasına taş atarak kazanılmaz!

Defol dediğin IMF'ye muhtaç olmak istemiyorsan, okuyacaksın, çalışacaksın, eşşşek gibi çalışacaksın, üreteceksin, gelişeceksin, geliştireceksin!

Anla artık, başka yolu yok bunun. Söktüğün her kaldırım taşı, kırdığın her cam, attığın her taş, parçaladığın her polis arabası...zaten çıkmazda olan ülke ekonomini bir adım daha muhtaç ediyor IMF'ye. Kurtulmak istediğin IMF'ye.. Üstelik de her seferinde daha büyük bir faizle, daha büyük tavizlerle, daha az alıp daha çok vererek...

Anla artık, üretmeden yok etmeye kalkışan!

Böyle olmaz...

07/10/2009
Ankara

28 Eylül 2009 Pazartesi

17 Eylül 2009 Perşembe

Seçimlerim

Bunlar benim seçimlerim mi?

Başkasının hayatını yaşıyor gibiyim. Başkasının tercihleri, başkasının hevesleri... Sanki beni almışlar, hiç tanımadığım birinin hayatına yerleştirmişler!

Şu anda elde ettiklerim, istediklerim mi?
Hayallerim bunlar mıydı?

Bir otobüsün içinde tek başıma oturuyorum. İnsanların gözlerine bakıyorum bana da selam versinler diye. Görmüyorlar, varlığımı kabul etmiyorlar! İkili koltukta tek başıma oturuyorum...

Bu hayat, bu elde edilmişler... benim mi?!

13/07/2009 11:33


12 Eylül 2009 Cumartesi

Son Bakış




Bir söz bitişi gibi, son buldu sevişler.
Bir yaz güneşi gibi eritir hep bu terkedişler!
Bir an duruşu gibi ömrün gidişi gibi,
Veda ederken aşk ateşi gibi söner iç çekişler!..

Aman aman, yandım aman...
Kurşun gibi izler!
Son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda
Aman aman, acı yüzler...
Kurşun gibi izler!
Son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda
Aman aman...






"... Şunu bilmenizi ve kabul etmenizi isterim ki,
sizin binlerce evladınız var.
Bunlardan daha niceleri katledilecek, yaşamlarını yitirecek,
ama yok olmayacaklar.
Mücadele devam edecek
ve onlar mücadele alanlarında yaşayacaklar..."

Erdal Eren


9 Eylül 2009 Çarşamba

Lale Devri

LALE DİKMENİN TAM ZAMANI!

Vanya Nesin:
Lale devri...
Topbaş şimdi diksin laleleri; hazır toprak da yumuşamışken...


http://www.ntvmsnbc.com/id/24998920/

5 Eylül 2009 Cumartesi

Anlayamam... Anlatamam...



Günler düşlerden doğar,
Geceler aykırı bakar umutlara...
Olduğum yer bu değil!
Beni kimler arar, kimler sorar?
Hiç bilemem, anlayamam, anlatamam...
İçimde kanımı emen kahırlar var!..

Ne gizlenirim ne kabarırım;
Aşkın ile yanar olurum...
Tükenmek değildir yoran beni;
Aldanmaktır; belam hiç kolay değil!
Hiç bilemem, anlayamam, anlatamam...
Dışımda canımı alan tavırlar var!..

Aranırım kırık kalplerde,
Bir ışık yanacak diye...
Yürürüm ahşap mahallelerde,
Bir yıldız kayacak diye...
Bütün yalnızlıklar benim olmuş!
Nöbetlerim gelir ağlarım...
Nöbetlerim gider kovalarım...

Kuşlar uçar diyar diyar;
El edemem beni almazlar diye...
Gurbet çürür güneşin kapanışında.
Beklediklerim kalır uçan uçurumlarda!
Hiç bilemem, anlayamam, anlatamam...
Düşümde uykumu çalan aşıklar var!..



30 Ağustos 2009 Pazar

Yaşam


Midyat
Temmuz 2009

ZAFER


"Ulusumuzun büyük önderi, ordularımızın ebedi Başkomutanı, eşsiz devlet adamı yüce Atatürk,
Üstün liderliğinizde Türk milleti ve ordusuyla gerçekleştirdiğiniz Büyük Taarruz ve 30 Ağustos Zafer Bayramı'nın 87. yıl dönümü nedeniyle huzurlarınızdayız.
Büyük Taarruz, Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinin atıldığı, tarihe yön veren emsalsiz bir muharebedir. Bugün bağımsız bir devlet çatısı altında yaşayan herkes bu zafere ve O'nu kazanana çok şey borçludur. Kurduğun Türkiye Cumhuriyeti'nin temel nitelikleri, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve Türk milletinin büyük Atatürk sevgisi sonsuza kadar yaşayacaktır.
Gücünü milletinden, ışığını sizden, cesaretini tarihten, kuvvetini damarlarındaki asil kandan alan Türk ordusu her zaman nöbette ve görevinin başındadır.
Rahat uyu, ruhun şad olsun."

Genelkurmay Başkanı
Orgeneral İlker Başbuğ


22 Ağustos 2009 Cumartesi

Değişime Teslim

Hakk'ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. "Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir" diye endişe etme.

Nereden biliyorsun hayatının altının üstünden daha iyi olmayacağını?

Elif Şafak
Aşk


21 Ağustos 2009 Cuma

15 Ağustos 2009 Cumartesi

İçimde

Kaleme bir şey dökülmüyor ne zamandır
İçimde kalıyor tüm cümleler...
Kağıt dertleşmiyor kalemimle,
Harflere dönüşmüyor düşünceler...

14/08/09
Ankara

14 Ağustos 2009 Cuma

Ayrılık Hediyesi


Şimdi saat sensizliğin ertesi.
Yıldız dolmuş gökyüzü ay-aydın...
Avutulmuş çocuklar çoktan sustu!
Bir ben kaldım tenhasında gecenin;
Avutulmamış bir ben...

Şimdi gözlerime ağlamayı öğrettim;
Ki bu yaşlar,
Utangaç boynunun kolyesi olsun!
Bu da benden sana
Ayrılığın hediyesi olsun...

Soytarılık etmeden güldürebilmek seni,
Ekmek çalmadan doyurabilmek...
Ve haksızlık etmeden doğan güneşe,
Bütün aydınlıkları içine süzebilmek gibi
Mülteci isteklerim oldu ara sıra, biliyorsun...
Şimdi iyi niyetlerimi bir bir yargılayıp asıyorum
Bu son olsun be!..
Bu son olsun!
Bu da benim sana
Ayrılırken mazeretim olsun!

Şimdi saat yokluğunun belası;
Sensiz gelen sabaha günaydın!
İşi-gücü olanlar çoktan gitti.
Bir ben kaldım voltasında sensizliğin;
Hiç uyumamış bir ben...

Şimdi dişlerimi sıkıp dudaklarıma kanamayı öğrettim;
Ki bu kızıl damlalar,
Körpe yanağında bir veda busesi olsun...
Bu da benden sana
Heba edilmiş bir aşkın
Son nefesi olsun...

Kafamı duvara vurmadan tanıyabilmek seni,
Beyninin içindekileri anlayabilmek...
Ve yitirmeden yüzündeki anlık tebessümü,
Bütün saatleri öylece durdurabilmek için
Çıldırasıya paraladım kendimi!..
Lanet olsun!
Artık sigarayı üç pakete çıkardım günde.
Olsun be!
Ne olacaksa olsun!
Bu da benim sana,
Ayrılırken şikayetim olsun...

Gözyaşım utangaç boynunun inciden kolyesi olsun;
Her damla, vefasız teninde bir veda busesi olsun...
İsterim sen de ben gibi yan ömrüne;
Hep ağla, hep ağla!
Bu benden son dua,
Bu benden ayrılık hediyesi olsun...

Yusuf Hayaloğlu

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Sınırını Çizecek


Sen bu yollara yeni girmek isterken
Biz geri dönüyorduk!
Mütevazi ol biraz, eksiltip söyle.
En muhteşem sen olamazsın!

Küçük dağları sen yarattın;
Sanki insanlığı sen kurtardın!
Kahramansan hani neredesin?

Neydim demeyip ne oldumcular
Hep tepetaklak savruldular...
Nankörlük hain huy, yandılar!

Ustan "Eyvah!" diyecek,
Rüzgar çok sert esecek,
İyilikten vazgeçecek.
Acı biberi diline kaşık ile sürecek!

Sen hep kendini bileceksin.
Geçme, sınırını çizeceksin!
Önce rütbeni bileceksin!..

Herkes kendini bilecek!
Durma, sınırını çizecek.
Kendi restini çekecek!

Hak ararken yine haddini aştın.
Bu cesaret bardaktan taştı...
Saygılı ol biraz, çamursuz güreş!
Emeğe saygı bu kadar mı!..

Sen hep kendini bileceksin.
Geçme, sınırını çizeceksin!
Önce rütbeni bileceksin!..

Herkes kendini bilecek!
Durma, sınırını çizecek.
Kendi restini çekecek!

Eyvallah...


6 Ağustos 2009 Perşembe

Eksik

Kim olursak olalım, dünyanın hangi yerinde yaşarsak yaşayalım, ta derinlerde bir yerde hepimiz bir eksiklik duygusu taşımaktayız. Sanki temel bir şeyimizi kaybetmişiz de geri alamamaktan korkuyoruz. Neyin eksik olduğunu bilenimiz ise hakikaten çok az.

Elif Şafak
Aşk

2 Ağustos 2009 Pazar

Eğil


Temmuz 2009
Eğil, Diyarbakır

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Yaşanmamışlıklar

Dünyaya sırtınızı dönüp yürürken, o yaşanmamışlıkların izini sürersiniz kuytularda... Ve çoğu zaman kendinizle karşılaşırsınız umulmadık bir köşe başında...

Can Dündar
Hayata ve Siyasete Dair

26 Temmuz 2009 Pazar

7 Temmuz 2009 Salı

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Ardından

Burdaydın... Yine dolu dolu geçen iki günden sonra gittin İstanbul'a...

Bir bilsen nasıl zor tutmak kendini "Gitme!" dememek için! Gitme! Hep burda ol, hep görebileyim seni, hep yanımda hissedeyim... Her şey ne kadar güzel olurdu! Ne kadar az yorucu!

Sana gitme demedim hiç şimdiye kadar. Ağlamadım ardından. Gülerek uğurladım hep. Ama sen gözden kaybolur kaybolmaz nasıl bir düğüm gelip saplanıyor boğazıma bir bilsen! Gitti diyorum, bir daha ne zaman göreceğim kim bilir... Boynu bükük kalıyorum ardından. Oyuncağını kaybetmiş çocuk gibi hissediyorum... Kalakalıyorum öylece. Yapacak bir şey bulamıyorum. Çok şey planlayarak gelsem de eve seni uğurladıktan sonra, sağ salim vardığının haberini alana kadar kafamı veremiyorum hiçbir şeye. Öylece, hiçbir şey yapmadan bekliyorum.. Sonra sen arıyorsun vardım diye.

Ve ben yığılıp kalıyorum uykuya...

Dağıtıp gittiğin Selcan'ı toparlamak için zor bir hafta bekliyor oluyor beni yine...

Selcan
Mayıs 2009