10 Kasım 2014 Pazartesi
8 Kasım 2014 Cumartesi
29 Ekim 2014 Çarşamba
28 Eylül 2014 Pazar
10 Eylül 2014 Çarşamba
Yabancı
Dar kafes, hayat, cancağızım,
Söz, kor ateş, yanarsın,
Zaman merhem; ama hercai.
Nafile, yok iz, yalan dolan,
Ve maalesef, gönül talan,
Acıyla hemhâl, hadi sağ salim.
Yine de yeni güne uyanmaya sebebim çok
Gülümsemeye, ilelebet,
Sıkı sıkı hayata sarılmaya direterek!..
Göre göre hata da yaptım, pişmanlığım çok!
Bile bile aldattım da, aldandım çok...
Durumlar böyle, yabancı,
Sendeki dertse, al benden de aynı!
Sıla
Söz, kor ateş, yanarsın,
Zaman merhem; ama hercai.
Nafile, yok iz, yalan dolan,
Ve maalesef, gönül talan,
Acıyla hemhâl, hadi sağ salim.
Yine de yeni güne uyanmaya sebebim çok
Gülümsemeye, ilelebet,
Sıkı sıkı hayata sarılmaya direterek!..
Göre göre hata da yaptım, pişmanlığım çok!
Bile bile aldattım da, aldandım çok...
Durumlar böyle, yabancı,
Sendeki dertse, al benden de aynı!
Sıla
30 Ağustos 2014 Cumartesi
27 Ağustos 2014 Çarşamba
25 Temmuz 2014 Cuma
2 Temmuz 2014 Çarşamba
Gün Tutuşur
Yumrukluyorum duvarları.
Yumrukluyorum kara gecenin bedenini!
Ellerim kan içinde,
Nehirler taşmış yanaklarımda!
Otuzyedi can, Otuzyedi gül
Çatlamış susuzluktan Sivas'ın içinde...
Nasıl uyku tutar gözlerimi?
Döne döne semaha duranlar tutuştu önce.
Sonra türküler sonra da şiir...
Çığlıksız düştü türkülerin yanıbaşına!
Sivas, Sivas!..
Yiğitlik midir emanet cana kıymak?
Yiğitlik midir bir tutam ışığı kör bıçakla güneşten koparıp karanlığa kurban etmek?
Söyle, hangi kitapta vardır elleri kolları bağlıyı yakmak?
Var mıdır kardelen akında bir avuç inciyi ateşte tutmak looo?
Böyle garip düştüğüme bakmayın, böyle mahzun durduğuma...
Varsın ateşim suskunlukla beslensin!
Benim de yüreğim gençliğini almış yanına, yürür başı dik.
Senin de dağların var, Sivas!
Senin de dağların,
Dağlarında şahanların...
Gün tutuşur canım, gece tutuşur.
Yangınlarda tutsak canlar tutuşur!
Gülüm toprak olur, yele karışır...
Yürür gelir canlar, yollar tutuşur.
Sivas ellerinde sazım tutuşur.
Söz tutuşur canım, türkü tutuşur...
Teller bizi söyler, diller yarışır.
Özgürlüğü yazan kalem tutuşur!
Canlar can olur da eller tutuşur!
Dost evinde canım, sevda tutuşur.
Pir Sultanlar ölmez, binler yetişir!
Akar gelir canlar, tarih tutuşur.
#unutMADIMAKlımda
18 Haziran 2014 Çarşamba
Nereye Gider Turnalar
Eksilmesin dudağından gülüşün,
Eksilse yaşamından güneş...
Yüzün kararmasın gecede
Gülümse düşlerinde yine!
Nereye uçar turnalar?
Nereye gider gökyüzü,
Alıp kanatlarına umutlarını geçmişi?..
Sen yıkıldın altında göğün.
Yandın küçük bir pervane gibi!
Ahhhhh küçük bir pervane gibi...
Kim götürdü bakışından ışığı?
Kim aldı gözlerinden onu?
Kadehlerinden yüreğine boşalan
Acı bir umutsuzluk o mu?..
Kime söyledin derdini?
Kimi sevdin gizli gizli?
Kimler uyandırdı içindeki kötü kırık türküleri!..
Ölenlerin adını unutma,
Türkülerin, meydanların!
Ahhhh bırakmasın onlar seni...
Ne de çabuk yıktın kendini!
Sarıldın yalanlara boşluğa...
Heeey, bak! İşçi tulumu giymiş umut...
İstese uçsun turnalar.
İsterse gitsin gökyüzü,
Alıp kanatlarına bulutlarını, rüzgarı...
Nereye uçar turnalar?
Nereye gider gökyüzü,
Alıp kanatlarına umutlarını geçmişi...
Hüsnü ARKAN
Fotoğraf: http://zeynepnazan.files.wordpress.com/2012/06/turna-katari.jpg
31 Mayıs 2014 Cumartesi
Vazgeçme!
Parkta bir ağaç…
Üzerinde şarkısını söyleyen serçe…
Bugün bölük bölük polisleri, kalkanları, copları, TOMA’ları, akrepleri, gaz bombaları ile gelecekler…
*
Sen de şarkını söyle bugün…
Diren…
Vazgeçme…
*
Bugün Gezi’nin başladığı gün…
Tam bir yıl olmuş…
Tüm dünyayı etkileyen, en anlamlı, en sevimli, en barışçı, en naif, en yürekli direnişinin yıldönümü…
Kurşuna karşı karanfildi…
Palaya karşı şarkı…
*
Aslında…
Atatürk’ün gençliğe hitabesinde sözünü ettiği gündür:
31 Mayıs…
*
“Kaleler zapt edilmiş…
Tersanelerine girilmiş…
Ordu dağılmış…
İktidar sahiplerinin şahsi menfaatlerine dönüşmüş bir devlet…
Görmediğin kadar; gaflet…
Cebir…
Hile…
Dalalet…
Hatta hıyanet…”
Daha ne olsun?..
*
İşte “muhtaç olduğun kudret” idi o…
Bir yıl önce bugün, Gezi Parkı’nda yurdu saran bir çığlıkla başlamıştı… Ve her şeye rağmen yüreğindeki sevgi, barış, hoşgörü duygularını yenemediği için…
Elinde silah değil karanfil vardı…
Dilinde şarkısı…
*
Bugün üzerine polisleri, silahları, kalkanları, copları, akrepleri, TOMA’ları, gaz bombaları ile gelecekler…
Parkta bir ağaç…
Üzerinde her şeye rağmen şarkısını söyleyen serçe…
*
Çağdaşlık, özgürlük, aydınlık umutlarımızı geri istediğimiz gündü o gün…
Diren…
Vazgeçme…
Bekir COŞKUN
Üzerinde şarkısını söyleyen serçe…
Bugün bölük bölük polisleri, kalkanları, copları, TOMA’ları, akrepleri, gaz bombaları ile gelecekler…
*
Sen de şarkını söyle bugün…
Diren…
Vazgeçme…
*
Bugün Gezi’nin başladığı gün…
Tam bir yıl olmuş…
Tüm dünyayı etkileyen, en anlamlı, en sevimli, en barışçı, en naif, en yürekli direnişinin yıldönümü…
Kurşuna karşı karanfildi…
Palaya karşı şarkı…
*
Aslında…
Atatürk’ün gençliğe hitabesinde sözünü ettiği gündür:
31 Mayıs…
*
“Kaleler zapt edilmiş…
Tersanelerine girilmiş…
Ordu dağılmış…
İktidar sahiplerinin şahsi menfaatlerine dönüşmüş bir devlet…
Görmediğin kadar; gaflet…
Cebir…
Hile…
Dalalet…
Hatta hıyanet…”
Daha ne olsun?..
*
İşte “muhtaç olduğun kudret” idi o…
Bir yıl önce bugün, Gezi Parkı’nda yurdu saran bir çığlıkla başlamıştı… Ve her şeye rağmen yüreğindeki sevgi, barış, hoşgörü duygularını yenemediği için…
Elinde silah değil karanfil vardı…
Dilinde şarkısı…
*
Bugün üzerine polisleri, silahları, kalkanları, copları, akrepleri, TOMA’ları, gaz bombaları ile gelecekler…
Parkta bir ağaç…
Üzerinde her şeye rağmen şarkısını söyleyen serçe…
*
Çağdaşlık, özgürlük, aydınlık umutlarımızı geri istediğimiz gündü o gün…
Diren…
Vazgeçme…
Bekir COŞKUN
19 Mayıs 2014 Pazartesi
14 Mayıs 2014 Çarşamba
Kömür
Kömür olduk ey insanlar, yakın bizi!
Gökyüzünde duman duman soluyun bizi...
Kaşlar kara, gözler kara, kirpik kara, el kara...
Kitap kara, defter kara, tarih yazan kalem kara!
Hoşça kal, hoşça kal son gün ışığı!
Son gün ışığıyla gelen yaşam, hoşça kal!
Son yeryüzü, son insan suretleri, hoşça kal...
Bebekler, arkadaşlar, komşular hoşça kalın...
Bize Almanların itlerine biçtiği değerden daha az değer biçen dünya, hoşça kal!
Ve merhaba karanlığın mabedi, yeraltının sessiz ırmakları!
Merhaba yeraltı, merhaba...
Hoşça kal sevgilim, ben bir madenciyim.
Yeraltında sessiz sessiz ağlayan, ağlayan bir nehirim...
Kaşlar kara, gözler kara, kirpik kara, el kara...
Kitap kara, defter kara, tarih yazan kalem kara!..
Hasan Hüseyin Demirel
Kaşlar kara, gözler kara, kirpik kara, el kara...
Kitap kara, defter kara, tarih yazan kalem kara!
Hoşça kal, hoşça kal son gün ışığı!
Son gün ışığıyla gelen yaşam, hoşça kal!
Son yeryüzü, son insan suretleri, hoşça kal...
Bebekler, arkadaşlar, komşular hoşça kalın...
Bize Almanların itlerine biçtiği değerden daha az değer biçen dünya, hoşça kal!
Ve merhaba karanlığın mabedi, yeraltının sessiz ırmakları!
Merhaba yeraltı, merhaba...
Hoşça kal sevgilim, ben bir madenciyim.
Yeraltında sessiz sessiz ağlayan, ağlayan bir nehirim...
Kaşlar kara, gözler kara, kirpik kara, el kara...
Kitap kara, defter kara, tarih yazan kalem kara!..
Hasan Hüseyin Demirel
13 Mayıs 2014 Salı
6 Mayıs 2014 Salı
Simsiyah Bir Teselli
Şenlik dağıldı, bir acı yel kaldı bahçede, yalnız...
O mahur beste çalar müjganla ben ağlaşırız!
Gitti dostlar, şölen bitti; ne eski heyecan ne hız...
Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız
O mahur beste çalar müjganla ben ağlaşırız!..
Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı!
Güneşten ışık yontarlardı; sert adamlardı.
Hoyrattı gülüşleri; aydınlığı çalkalardı!
Gittiler akşam olmadan, ortalık karardı!..
Bitmez sazların özlemi; daha sonra daha sonra...
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara;
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara!
Geceler uzar; hazırlık sonbahara...
Attila İlhan
1 Mayıs 2014 Perşembe
Prangalı İşçi
Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun,
meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına:
— çürüyen diş, dökülen et —,
bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler.
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet...
Nazım Hikmet Ran
23 Nisan 2014 Çarşamba
21 Nisan 2014 Pazartesi
15 Nisan 2014 Salı
8 Nisan 2014 Salı
26 Mart 2014 Çarşamba
Bugün günlerden ne?
Bugün günlerden ölüm. Bugün umutsuzluk. Bugün kin duymamak için
gücünü zorlama günü. Bugün herkesin susacağı, yalnızca vicdanların hıçkırıklarının duyulacağı gün. Bugün hayatın neden devam ettiğini sorgulama günü. Bugün bir
çocuğun mücadelesinin son günü.
Neden devam ediyor hayat bu acımasızlığa
rağmen? Neden işe gidiyoruz bugün? Hiçbir şey olmamış gibi nasıl
davranabiliyorsunuz? Neden yüzler gülüyor umarsızca? Neden herkes yas tutmuyor?
Bu acı, sadece ateşin düştüğü yerde değil işte, neden inkar ediyorsunuz?
Artık farklı dünya. Tanımadığım bir
çocuğun ufalmış bedeninden kurtulması ile değişti dünya. Artık...artık adları
bizde emanet...
Kapıları çalan onlar
Kapıları birer birer.
Gözünüze görünemez
Göze görünmez ölüler…
Kapıları birer birer.
Gözünüze görünemez
Göze görünmez ölüler…
Selcan
11/03/2014
Ankara
12 Mart 2014 Çarşamba
25 Şubat 2014 Salı
Hesap Vakti
Doğa, gün gelip de vaktiyle senin ondan aldığını geri almaya geldiğinde o çok sevdiğimiz çocuklarımızdan çıkaracak acısını... Ve çocuklarımıza verecek bir hesabımız olacak! Ne diyeceğiz bize sorduklarında:
Neden izin verdin anne/baba o ormanları yok etmelerine?
Neden karşı çıkmadın doğanın katledilişine?
Bana bu beton yığınlarını mı reva gördün?
Nasıl bu kadar bencil olabildin?
Çevrenin, dünyanın, evrenin hepi topu 70-80 senesinde var olabilecekken nasıl kendi malınmış gibi kullanabildin?
Böyle kullananlara neden engel olmadın?
Ve sen... bunca talana hiç sesini çıkarmadığın için hesap vereceksin!
Ve ben... sesim çıktığı halde gücüm yetmediği için hesap vereceğim!
Bu günahın vebali hepimize!..
Selcan
25/02/2014
Ankara
Neden izin verdin anne/baba o ormanları yok etmelerine?
Neden karşı çıkmadın doğanın katledilişine?
Bana bu beton yığınlarını mı reva gördün?
Nasıl bu kadar bencil olabildin?
Çevrenin, dünyanın, evrenin hepi topu 70-80 senesinde var olabilecekken nasıl kendi malınmış gibi kullanabildin?
Böyle kullananlara neden engel olmadın?
Ve sen... bunca talana hiç sesini çıkarmadığın için hesap vereceksin!
Ve ben... sesim çıktığı halde gücüm yetmediği için hesap vereceğim!
Bu günahın vebali hepimize!..
Selcan
25/02/2014
Ankara
21 Şubat 2014 Cuma
Aman Hocam
a, a, b, b, c, ç, d, e, f, g
a, a, b, b, c, ç, d, e, f, g,
a-b-c-ç-d-e-f-g
a-b-c-ç-d-e-f-g
yumuşak g
yumu-yumu...
şak-şak...
yumuşak g
h, ı, i; h, ı, i; h, ı, i
j, k, l, m, n, o, ö, p, r
s, ş, t, u, ü, v, y, z
a, a, b, b, c, ç, d, e, f, g,
a-b-c-ç-d-e-f-g
a-b-c-ç-d-e-f-g
yumuşak g
yumu-yumu...
şak-şak...
yumuşak g
h, ı, i; h, ı, i; h, ı, i
j, k, l, m, n, o, ö, p, r
s, ş, t, u, ü, v, y, z
S.O.S aman hocam
S.O.S canım hocam
Yardım et hocam kurban olam
S.O.S. hipotenüs
S.O.S Mark Antonyüs
S.O.S. malpighi borular
Aristo mantığı, Diyojen'in soruları
S.O.S. aminoasitler
S.O.S. Abbasîler
S.O.S. ercik bezleri
Öklid, Pisagor, fakülte tezleri
S.O.S. metanefrozlar
S.O.S. omurgasızlar
S.O.S. petek gözleri
Kulağımda hocamın altın sözleri
S.O.S. aman hocam
S.O.S. canım hocam
S.O.S. aman hocam
Yardım et hocam kurban olam
Barış MANÇO
16 Şubat 2014 Pazar
1 Şubat 2014 Cumartesi
Seher Vakti
Sabah seher vakti düştüm yola.
Anam sordu "Nire oğul böyle?"
Dedim "Ana, fazla sorma.
Bağrım yanık. Yeter, sorma!"
Seher vakti düştüm yola...
Günler boyu yol aldım, durmadım.
Pınar başlarında konakladım.
Dağlar, taşlar geçit verdi.
Çayır, çimen kilim serdi.
Seher vakti düştüm yola...
Ben bir yeşil gözlü yar sevmiştim.
Gece, gündüz başın beklemiştim.
Bir kış günü vakit çaldı.
Yarim son uykuya daldı...
Uyanmadı; gitti uzaklara...
Yıllarca kurda, kuşa dert yandım.
Zaman geçer, unuturum sandım...
Kerem derdiyle yanarmış.
Mecnun sararıp solarmış.
Benim derdim beni vurdu yola...
Gurbet ilde ülke ülke gezdim.
Yarim için bu şarkıyı düzdüm.
Gitarımdan çıkan sesler,
Ok gibi bağrımı deler!
Seher vakti düştüm yola...
Sorarlar "Barış ne edersin orada?
Nasıl, ağır gelmez mi ki sıla?"
İşte, içim döktüm dostlar.
Sorman artık tanrı aşkına!
Benim derdim beni vurdu yola...
Barış MANÇO
24 Ocak 2014 Cuma
Suskunluk Simgesi
Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenmiş bir suçtur. Bu bilinci paylaşmak ve bu sorumluluğu yerleştirmek zorundayız. Uygarca paylaşılan sorumluluk bilinci, özgürlüğün de demokrasinin de tek güvencesidir. Bu güvence sağlanmadıkça demokrasinin temeline tek bir taş bile konmuş olamaz. Unutmayalım ki cesur bir kez, korkak bin kez ölür. Önemli olan, insanın böyle bir toplumda mezar taşı gibi suskunluk simgesi olmamasıdır.
Uğur MUMCU
Ruhunuz şad olsun
#UğurMumcu
#GaffarOkkan
#İsmailCem
23 Ocak 2014 Perşembe
Nereye?
26/11/2013
Küçük Tiyatro
Küçük bir kamyon kasasında geçiyor oyunumuz. Çeşitli malların yüklendiği kolilerin arasında maldan farklı bir muamele görmeyen insanların hayallerine doğru yaptıkları o havasız, karanlık, daracık, kokuşmuş kasada... Peki kim bu insanlar, neden İstanbul'dan İzmir'e gitmekte olan bir kamyonun kasasında klostrofobik bir yolculuk yapıyorlar?
Evet, bu kamyon kaçak göçmenleri taşıyor. Kimi ülkesindeki savaştan, sürekli patlayan bombalardan, ölüm tehlikesinden kaçmış; kimi ise açlıktan, sefaletten, parasızlıktan... Kimi töre uğruna cana kıyamadığı için köyüne dönemiyor; kimi kurduğu işi batırıp borçlarını ödeyemeyince tefecilerden ölüm tehdidi aldığı için mahallesine... Ortak nokta şu ki; eskiden hayatlarını sürdürdükleri yer, artık cehenneme dönmüş. Oraya dair tüm umutlarını yitirmişler ve umudu başka ülkelerde aramak üzere yola düşmüşler.
İsmail ile Cemal, kaçak göçmen ekibine en son dahil olanlardan... Tekstil işiyle uğraşmışlar Türkiye'de; ama Çin ile rekabet edememişler. Ah o Çinliler!! Ekonomik sıkıntılar, borcu borçla ödeme döngüsü...ve sonunda tefecilerin eline düşmüşler. Kendi aralarında konuşuyor, gitmek istedikleri İtalya'da yapacakları işlerin, huzurlu günlerin hayalini kuruyorlar. Zaten bu değil mi insanı her şeye rağmen mücadele etmeye zorlayan: güzel günlerin hayali... Özellikle Cemal o kadar toy, o kadar genç ki bu izbe kamyon kasasında, her an yakalanma riski altında bile güzel İtalyan kızlarıyla geçireceği zamanın heyecanını taşıyor yüreğinde. Bir de orada açacağı tekstil mağazası "Cemalucci"nin...
Hüseyin... Kıyafetiyle, sakalıyla "hacı amca" sanılan; ancak sohbet ettikçe aslında henüz 28 yaşında olduğu anlaşılan iyi insan... Kız kardeşinin tecavüze uğraması sonucunda töre gereği aile meclisi tarafından kardeşini öldürme görevi verilmiş. Karşı çıkmamış, almış kardeşini yanına, gitmişler bir dağ başına. Kardeşin de töre karşısında boynu kıldan ince; hiçbir hatası olmasa da bu zulmü görmekte, direnmeden peşine düşmüş abisinin. Silahı doğrultmuş abi kardeşinin üzerine, kız o güzel gözleriyle şefkatle abisine bakarken. Hiç olur mu, insan kardeşini vurabilir mi? Suçsuz, günahsız bir kızcağızı öldürebilir mi bir töre uğruna? Yapamamış tabii, kıyamamış kardeşine. Lakin köye de dönememişler sonra, dağda yaşamaya başlamışlar aç, susuz... Köylüler yardım etmiş sonra; evlerine almışlar, yemek vermişler. Köyün birinde bir çoban sevmiş kardeşini, evlenmişler orada. Hayat... Kardeşine düzenli bir hayat sağladıktan sonra kendi yoluna gitmeye kadar vermiş Hüseyin. Almanya'ya gidecek, orada yeni bir dünya kuracak kız kardeşini töre uğruna öldüremediğinden artık var olamadığı köyünden uzakta, var olmak için!
Ahmad ile Zahra, savaştan kaçıyorlar. patlayan bombalardan, her an ölümle burun buruna yaşamaktan, kaybettikleri çocuklarının parçalanmış bedenlerinin hayalinden... Memleketleri yaşanır bir yer değil artık, insanca bir hayat sürmek onların da hakkı! Onun için senelerdir para biriktirmişler, kendilerini İngiltere'ye götüreceğini inandıkları adamlarla anlaşmışlar ve işte, bu kasada bilinmezliğe ilerliyorlar. Bir kitabevi açmak istiyorlar orada. Ufak bir dükkan. Kendilerine avuntu veren kitapları paylaşacaklar oradaki insanlarla... Zahra hep suskun, çocuklarını kaybettiği andan itibaren bu acımasız hayata haykırışlarını suskunluğuyla ve gözyaşlarıyla yapıyor. Kucağında bir bebek. Sımsıkı sarıyor bebeği sanki bir an bıraksa bombalar onu da parçalayacak. Ölüm hazırda bekliyor sanki; ellerinde kalan bu son umut dalını, bebeklerini de diğer çocuklarının yanına alıp götürmek için... Sarıyor o yüzden yavrusunu Zahra, kucağının sıcaklığından ayırmıyor hiç.
Herkes kederli kamyonda; herkeste bir korku var, umutla kol kola. Uzun bir yol bu. Tek seferde tek araçla gidilmiyor öyle Avrupa ülkelerine. Sürekli aktarma yapılıyor, haftalarca sürüyor yol. Bizim kamyon örneğin, İzmir'e kadar götürecek göçmenleri. Oradan teknelerle bir Yunan adasına geçilecek. Ondan sonrası, herkes kendi yoluna. Herkes başka bir alemden gelmiş, başka umutlarla başka bir aleme gidiyor. Yolculuk esnasında yapılan sohbetlerden anlıyoruz ki büyük bir sektör olmuş artık bu göçmenlerin taşınması. Kim kimden ne koparabilirse onu istiyor. Kimi hepsini peşin istiyor, kimi taksit yapıyor, kimi bir kısmını nihai yere varınca alıyor... Saçma! İnsanı bu leş gibi kamyon kasasında taşımanın ücreti mi olur! Bile bile kapasitesinin onlarca katına kadar insanla doldurulan tekne ile denizi geçmeye çalışmanın, insanları göz göre göre ölüme göndermenin ücreti ne kadar?
Herkes gergin içeride, en ufak bir kıvılcımda alev alacak sanki kamyon. Umudunu korumak isteyen ve güzel günlerin hayalini paylaşanlarla gerçekçi olup hayal kırıklığını önlemek isteyenler çatışıyor zaman zaman. Yanlış anlama ve ön yargılardan kavgalar çıkıyor; ama diğerlerinin sağduyusu ile sakinleşiyor ortalık kısa zamanda. Ne kadar çatışsalar da aynı mücadelenin peşindeler, anlıyorlar birbirlerini. Ölüm sürekli dillerinde. Daha önce kaçmayı deneyip kaçamayanların öyküleri anlatılıyor sık sık. Herkes kendi bineceği teknenin nasıl olacağını düşünüyor. Yeterince büyük mü? Haberlerde izlenen, tepeleme insan dolu sandallardan mı olacak? Batacak mı yarı yolda yoksa o Yunan adasına varmayı başaracak mı? Bitmek bilmeyen bu yolda, bu havasız kamyon kasasında sohbet etmeden geçmiyor vakit. Sohbet ettikçe ne kadar farklı hayat hikayeleri olduğunu görüyorlar; ama anlıyorlar ki hikayeler farklı olsa da acılar hep aynı! Bu kamyonda bulunma amaçlar da aynı: hayatta bir tutunma noktası bulabilmek!
Polis durduruyor kamyonu ara sıra. Denetim yaparken kamyonda ne olduğunu soruyor şoföre. Hayvan taşıdığını söylüyor şoför, büyükbaş hayvan! İçeriden öyle kötü bir koku geliyor ki; şüphelenmiyor polis, devam ettiriyor yoluna kamyonu. Hakikaten çok pis bir koku var içeride, nereden geliyor acaba?! Daralıyor bazen göçmenler, nefes alamıyorlar, havasızlıktan kriz geçiriyorlar. O daracık kutuda üzerine gelen duvarlar, ölüyormuş gibi hissettiriyor insana. Büyükler bile dayanamazken kundaktaki bebek nasıl dayansın? Ya iki çocuğunu savaşta patlayan bombalar yüzünden kaybeden, elinde kalan son yavrusunu da bu havasız kamyon kasasında yitiren, yitirdiğini fark dahi etmeyen, edemeyen veya ölümü bu masum yavruya konduramayan, günlerdir cansız bir bedeni kucağından bırakmayan o anne nasıl dayansın bu acıya?
Bebeğin öldüğünün anlaşılmasından sonra dehşete kapılan yolcuların duvarları yumruklaması ile panikleyen şoförün kaza yapması ile hikaye son buluyor; ama yönetmen Volkan Özgömeç alternatif bir son daha sunuyor izleyiciye kamyon dışında. Diyelim ki kamyon kasalarında, teknelerde, tel örgülerin öte tarafında ölmeden başka bir ülkeye kaçabilen az sayıdaki şanslı insan arasındalar ve gitmek istedikleri ülkelere ulaştılar. Ne olacak ondan sonra? Mutlu olabilecekler mi? Kendi topraklarına ait olamama hislerinin yanına gittikleri ülkede hep yabancı kalma hislerini ekleyince psikolojileri nasıl olacak? İsmail'in değilse Hüseyin'in, onun değilse Cemal'in veya Ahmad'in başına gelecekleri de anlatıyor oyun bize zaman zaman. Hayatın çarkında yaşayacakları değişimleri de gözler önüne seriyor. Nasıl olup da tam da eleştirdikleri insanlara dönüştüklerini gösteriyor. Cemal mesela, hayat dolu, neşesini kaybetmeyen biri iken İtalya'ya gitmeyi başarıp hayalindeki İtalyan kızlarından birine aşık olursa onunla nasıl bir hayat sürer? Sokaklarda işportada kol saati satan bir Afgan gördüğünde, kendisinin de kaçak bir göçmen olduğunu unutur da Afgan'a söver mi yoksa anlayışla mı karşılar? Cemalucci markasını kurabilir mi mesela? Ve bu hangi hizmetin markası olur?
Güç bela gideceği ülkeye varan İsmail, karın tokluğuna gece gündüz bir meyve bahçesinde kaçak çalıştırır, iş bittikten sonra bizzat bahçe sahibi tarafından polise ihbar mı edilir yoksa insan yerine konulur, insanca yaşayabilir mi orada? Hüseyin, Almanya'ya ulaşabilir mi? Şansı yaver gitti, orada yaşanası bir düzen kurdu diyelim. Gün gelip de kamyondaki arkadaşları Ahmad ve Zahra'yı ziyarete gitmek istese İngiltere'ye İngiliz polisi nasıl karşılar onu? Sırf kılık kıyafeti yüzünden terörist damgası yapıştırır mı, elindeki çantayı bomba sanıp öldürmeye kalkar mı dil bilmeyen Hüseyin'i, yoksa her insanın farklı olduğunu bilir; kılığıyla, diliyle, diniyle, ırkıyla ön yargıya kapılmadan bu farklılığı kutsar mı insanlık adına? Zahra ile Ahmad ne yapar peki? Ulaşabilir mi İngiltere'ye? Aldıkları üniversite eğitiminin faydasını görürler mi insan yerine konmak için? Sığınma hakkı elde etseler bile hayallerindeki kitabevini açabilirler mi orada? Ve kader arkadaşları Hüseyin ziyaretlerine geldiğinde polis onu vurmadan yetişebilirler mi, arkadaşlarını kurtarabilirler mi, anlatabilirler mi kendilerinin de yabancı olduğu bu ülkenin polisine Hüseyin'in terörist olmadığını?
Haykırıyor bize kamyondakiler: Ey insanlar! Ülkemde savaş varsa, evimin üzerine bombalar yağıyorsa bu benim suçum mu? Töre denen şey kardeşimi öldürmemi söylüyorsa ve ben onu çok seviyorsam yaşama hakkım yok mu? Parasızsam, açsam, iş kurmayı denemiş ama tefeciler yüzünden yürütememişsem öleyim mi? Ben de insan onuruna yakışır bir hayat sürmeyi hak etmiyor muyum? Ölümden korkuyorsam ayıp mı? Umut ediyorsam ve kendime yeni bir gelecek tasarlamaya çalışıyorsam utanayım mı?
Kısacası, oyunun kostüm tasarımını yapan Özlem Karabay'ın ifade ettiği gibi "Geleceğini hiç bilemeden, hesaplayamadan yaşadığı yerden hiç umudu kalmayıp bilinmez bir yarına, bilinmez bir yola çıkan insanların... bilinmez ülkelerde huzur bulma ümidiyle yaşadıkları toprakların huzursuzluğundan kaçarken yolları kesişen karakterlerin yol öyküsü" bu oyun.
Ayrıca, fuaye alanında Anadolu Ajansı foto muhabirlerinin Filistin'de, Suriye'de, Myanmar'da ve Somali'de çektikleri 20 fotoğraf karesinden oluşan bir sergi olduğunu da hatırlatayım. Oyundan sözler mi fotoğrafları destekliyor, fotoğraflar mı oyunu bilmem ama oyunun hazırlık aşamasında büyük araştırma yapıldığı, büyük emek harcandığı açık! Ait olduğunu sandığın yerden koşarak kaçmanın ve hiç bilmediğin bir dil ve kültürün insanlarına sığınmanın nasıl bir his olduğunu sorgulatıyor fotoğraflar da. Soruyor, bu kadar emek harcayıp bu muhteşem oyunu sahneye koyan Volkan Özgömeç: İnsan Hakları Evrensel Bildirge'sine göre iltica hakkı temel bir insan hakkı olduğu halde denizde boğularak ya da kamyon kasalarında havasızlıktan ölen on binlerce mültecinin hesabını kim verecek?
Türkiye tam anlamıyla bir kaçak göç transit güzergahı aslında. Sığınmacıların büyük çoğunluğu ülkemizde geçici olarak yaşıyor ve üçüncü bir ülkeye geçmeyi bekliyor. Yani Türkiye bir "geçiş koridoru" olarak görülüyor. İnsanların neden buradan sadece geçtikleri, burada kalıp burada yaşamak istemedikleri de tartışılması gereken ayrı bir konu aslında. İnsanlar sadece geçiyorlar Türkiye'den. Doğudan, Orta Asya'dan geliyor. Afganistan'dan, Suriye'den, İran'dan, Irak'tan geliyor. Batıya, medeniyete, Avrupa'ya doğru gitmek istiyor. Neden kalmıyorlar, kalmak istemiyorlar ülkemizde?
Oyunculara söylenecek söz yok. Her oyuncu, rolünü yaşatıyor izleyiciye; oyunun içine çekiyor, acıyı ve sevinci doğrudan hissettiriyor. Neredeyse havasızlığı bile içimizde hissettik! Dekora gelince... Bir kamyon kasası ortamını çok güzel yansıtıyor dekor. Işığıyla (ışıksızlığıyla), kutularıyla, dikkatsiz şoförün ani frenleriyle o kadar iyi kurgulanmış ki; sanki biz de kamyonun içinde, onlarla birlikte yaşadık her şeyi.
Yalnız şunu belirtmek lazım: Ön sıraların yanlarında oturan izleyiciler, kasanın, oturdukları tarafın dış yüzünü görüyorlar. O kısmın içerideki dekorunu göremiyorlar. Ancak oyun kasanın ortasında oynandığı için büyük bir sorun teşkil etmiyor bu durum. Yalnızca selamlaşma aşamasında oyunda rol almayan kişilerin de selama çıktığını sanabiliyorsunuz:) Oyunun kitapçığı da hazırlanmış. Oldukça kapsamlı, yönetmenden dekor tasarımcısına kadar emeği geçen pek çok kişinin görüşlerini yansıtan bir kitapçık... Ayrıca mültecilik ile ilgili kapsamlı bilgilere de yer verilmiş. Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu'nun da bir bölüm hazırladığı bu kitapçığın da konu hakkında bilinç düzeyini artırma konusunda önemli olduğunu düşünüyorum. Son olarak, Can Atilla'nın da oyunun müziklerini hazırlayarak hislerin izleyici yansımasında büyük katkısı olduğunu söyleyeyim.
Nereye, 2013-2014 sezonunun en iyi oyunlarından. Mutlaka izlenmeli ve kaçak göçmenlerin bu yolculuğuna tanıklık edilmeli!
Selcan
23/01/2014
Ankara
20 Ocak 2014 Pazartesi
Siren Sesleri
Şu siren sesi, beynimi deliyor sanki. Artık her daim siren sesi duyuluyor Ankara'da. Polis mi ambulans mı belli değil. Bir vukuat mı var da böyle acı acı ötüyor yoksa keyfi mi çalıyorlar sırf trafikte yolları açılsın diye? Ambulans mesela... hastaneye hasta mı taşıyor yoksa belediye işçilerine baklava mı? Ya da o polis, altı üstü protesto gösterisi yapıyor diye öldüresiye dövmeye mi gidiyor gençleri yoksa hakikaten ciddi bir olay var da vatandaşın can güvenliğini sağlamak için mi siren çalıyor böyle?
Güzel ülkemin güzel başkentinde durmak bilmeyen siren sesleri...devletin kurumlarına olan inancımın ne kadar zayıfladığını gösteriyor!
Selcan
20/01/2014
Ankara
17 Ocak 2014 Cuma
Ne Sevmeyi Bildik Ne Sevilmeyi
Sere serpe yatıyordu önümüzde pişmanlık.
Aylardan eylüldü, örttük üstünü...
Yaşıyormuş gibi yaptık; seviyormuş gibi değil!
Kanadıkça içimizden sakladı yüzümüz
Gülümsedik kaderimize!..
Ne sevmeyi bildik biz ne sevilmeyi bu hayatta...
Varsa yoksa marifet bildik hep kaybetmeyi!
Öyle bir yol ki gittiğimiz; nereye sapsak hüzne çıkıyor!
Ama yaşamak dediğin kimisine ölümü öğretiyor...
Pusu kurmuş bekliyordu önümüzde pişmanlık.
Bir ucundan tutuverdik, örttük üstünü...
Yaşıyormuş gibi yaptık; seviyormuş gibi değil!
Kanadıkça içimizden sakladı yüzümüz
Gülümsedik kaderimize...
Ne sevmeyi bildik biz ne sevilmeyi bu hayatta!
Varsa yoksa marifet bildik hep kaybetmeyi.
Öyle bir yol ki gittiğimiz; nereye sapsak hüzne çıkıyor...
Ama yaşamak dediğin kimisine ölümü öğretiyor!
16 Ocak 2014 Perşembe
Garip Bir Düzen - 2
Şehirli, bir avuç toprak görmeye hasret. Köyünden çıkıp gelen dedeler nineler dışında kimse toprakla uğraşmıyor artık. Son nesiller meyvelerin, sebzelerin nasıl yetiştiğini bilmiyor. Çocuklar dalından koparıp bir elma dahi yiyemiyor artık. Domatesin gerçekten nasıl koktuğunu bilmiyor...
Köylü, köyün bitmek bilmeyen telaşından bıkmış. Tarla-bahçe işleri, hayvanların bakımı, günlük telaşeler... Tarlası var, yetiştirdiği "organik" ürünleri şehirlilere satıp ekmek parası çıkarmaya çalışıyor. Toprakla sürekli iç içe, dalından domates toplamak sadece bir iş onun için...
Şehirli, yol kenarında tarlaları görüp bu organik sebzelerden almak istiyor. Tarlanın başında kovalar var, ister gir kendin topla, ister toplanmışların içinden seç. Şehirli, AVM'lerle doldurulmuş kentte görmediği tarlanın heyecanına kapılıyor. Alıyor eline kovaları, dalıyor tarlaya. Doya doya domates topluyor tarladan. Kokluyor, hissediyor, dallarını okşuyor... Hem organik sebze satın alıyor hem de kendi sebzesini toplamanın verdiği ayrıcalığı...
Köylü, tarladan sebze toplayıp getirmekten bıkmış, yorulmuş. Kolay değil öyle her gün defalarca tarlanın derinliklerine gidip yetişmiş sebzeleri bulup toplamak. Ama para da kazanması lazım. Koyuyor kovaları tezgahın önüne. Toprağa hasret şehirlilerin hevesini biliyor. Tarlasında gezmelerine izin veriyor, istediğiniz ürünü kendiniz toplayın diyor.
Böylece hem şehirli memnun hem köylü. Şehirli, bir tarlada kendi elleriyle domates toplamanın mutluluğunu yaşıyor. Köylü ise kendisi için yorucu olan tarladan ürün toplama ve tezgaha kadar taşıma zahmetinden kurtuluyor. Her iki tarafından memnun olduğu bir alışveriş bu...
Selcan
Ankara
16/01/2014
11 Ocak 2014 Cumartesi
Lady Justice
... is on her deathbed in Turkey, with her eyes wide-open, sword broken and scale unbalanced.
God bless her!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)