18 Aralık 2011 Pazar
Fırça Darbesi
Elif Şafak
Siyah Süt
12 Aralık 2011 Pazartesi
Kal!
11 Aralık 2011 Pazar
Unut Gittiğin Bir Yerde
Senden yana cümleler bile!
27 Kasım 2011 Pazar
Otobüsün Arka Camı
İlk duraktan uzaklaşıyoruz git gide. Yolumuzda ilerledikçe o ilk durakları göremez, hatırlayamaz oluyoruz. Yol akıyor, zaman geçiyor... Geçmiş, güya, olduğu gibi karşımızda. Bazen, gece yol alırken yolu tam görememek gibi, anlam veremiyoruz yaşananlara. Yanlış yola sapmışız gibi hissediyoruz, otobüs şoförü ters yönden gidiyormuş gibi, bizi hiç bilmediğimiz bir yere götürüyormuş gibi...
Kafamızı ön cama çevirince nereye gittiğimizi görecekmişiz gibi geliyor. Yaptığımız tercihler, seçtiğimiz yollar, işler, eşler, arkadaşlar... Yönlendirebiliyormuşuz gibi hayatımızı... Ama bilmiyoruz ilerde otobüsün tekerleğinin patlamayacağını. Yolun açık olup olmadığını bilmiyoruz. Çıkmaz sokakta ilerlemediğimizi bilmiyoruz! Tek bildiğimiz arka camdan gördüğümüz yol...
Hayat... Hareket halindeki bir otobüsün arka camından geçtiğimiz yolu izlemek gibi...
Selcan
14.10.2009
Ankara
No Superman
I'm no superman!
Maybe sometimes bad things happen for a reason.
Be careful though. Because around here, if you start to believe bad things happen for a reason, it hurts that much more when they aren't!
Scrubs
21 Kasım 2011 Pazartesi
Sevilme Korkusu
20 Kasım 2011 Pazar
Şafak Türküsü
Beni burada arama, anne!
Kaç zamandır yüzüm tıraşlı,
Bugün görüş günü;
Pir Sultan'ı düşün, anne...
Mutlu yarınlar adına, özgürlük adına, ekmek adına...
Dönüp bakmadım arkama!
Tören adımlarıyla ölmek ne garip şey, anne!
Sürüyor gecenin karnında şafağa bakan oyun.
Kırılacak cammışım gibi davranıyorlar;
Ben ölümü asıl, az ötede titreyen çingenenin kara kıllı ellerinde gördüm!
Yani benim güzel annem,
Ne garip duygu şu ölmek!
Geride, masa üstünde boynu bükük kaldı kâğıt, kalem...
Usul adımlarla yürüdüm ömrümü.
Ne olur, işçi kadınım;
Yaşamak ağrısı asıldı boynuma.
Ölmek ne garip şey, anne!
Künyemi okudular; suçumuz malum...
Gecenin kıyısında durmuşum.
Korkutamadılar beni, anne!
Kurulmuş tuzaklar yok artık yolumda...
Ölmek ne garip şey, anne!
Uçurumlar; ki sende büyür!
Beni burada arama, anne!
Bir sabah, anne, bir sabah...
Bir sabah, anne, bir sabah...
Nevzat Çelik
19 Kasım 2011 Cumartesi
Orkestra
Bir restoran burası. Nazilerin yahudileri topladığı kamplardan biri olan Auschwitz kampından her nasılsa kurtulmuş 3 kadın, 30 sene sonra Brüksel'de buluşuyorlar. Birden, belki unutmak belki de unutmamak için kendilerini zorladıkları geçmişe dönüyorlar. Bir anda bir tren sesi ve bağrışmalar içinde bina dışından nazi askerlerinin copları arasında insanlar koşturuyor içeri. Bu esirler ilerdeki vagona bindiriliyorken seyirciler de bir anda esirler gibi vagonun olduğu alana sokuluyor. Etrafımızda nazi askerleri, düdükler, coplar ile vagonda olanları izliyoruz...
Oyunun vagon kısmı bitince -yani tren kampa ulaşınca- esirler yine itiş kakış vagondan indirilerek salona sokuluyor. Ardından seyirciler, nazi askerlerinin copları ile bağırtılar arasında içeri giriyor. İçerisi karanlık, korkunç... Etrafta askerler dolanıyor, köpekler havlıyor! O ortam bile yetiyor, yaşananların ne kadar insanlık dışı olduğunu anlamaya... Hele bir de esirlere yaptıkları muameleleri görünce; kıyafetleri, yemekleri, askerlerin davranışları, gaz odalarına insanların gönderilişi... Oyun, o günleri çok güzel yansıtıyor izleyiciye...
"ARBEIT MACHT FREI" kampın sloganı. "Çalışmak özgür kılar" olarak çevirmişler oyunda. Çalışmak... Yaşamak için tek yaptığın bu! Çalışamıyorsan, hastaysan, sakatsan zaten ölüsün orada!
Oyunun ana temasında da çalışan, çalışmak zorunda bırakılan müzisyenler var. Bir kadınlar orkestrası; ki bu kadınların hayatta kalmalarının bir tek koşulu var: iyi bir orkestra olmak ve kendileriyle aynı yazgıyı paylaşan tutukluların işe gidişlerine, gaz odasına gönderilmelerine müzikleriyle eşlik etmek... Hem de verdikleri konserlerle klasik müzik düşkünü cellatlarını memnun etmek! İyi bir orkestra oldukları ve istenen eserleri düzgün çalabildikleri sürece hayatta kalabilecekler, bu onlar için bir şans gibi görünebilir. Ama bu mudur gerçek sanatçının yapması gereken? "Sen sanatçısın. Nerede, nasıl, hangi şart altında olursa olsun sanatını en iyi şekilde ifa etmeyi hedeflemelisin." diyor orkestranın şefi Alma. Peki ya bu, arkadaşlarının gaz odasına gönderilişinde canileri eğlendirmek için de geçerli mi? Bu canavarlığı yapanları eğlendirdiğini bilmek sanatın, sanatçının anlamını sorgulatmaz mı insana? Müziğin, bu muhteşem sanatın böyle bir vahşete alet edilmesine hem tanık hem aracı olmak koymaz mı insana!
Ünlü bir şarkıcı da vardır kampta esirlerin arasında: Fania. Ve onun hayranı kadınlar, erkekler... Hayranlarından biri zaman zaman ortaya çıkıp "Fania! Yaşa!" diyor. Yaşamak... Bu kampta tek gaye hayatta kalmak mı? Yaşa, inatla yaşa, her şeye rağmen yaşa, düşmana inat bir gün daha yaşa! Peki ya insanca yaşamak? Onuru kırılmadan, aşağılanmadan yaşamak? Sırf "insan" olduğu için birbirini sayan insanlar olamadıktan sonra, Polonyalı, Yahudi, Alman, komünist, direnişçi, asker olup olmadığını umursamadıktan sonra...yaşamak için umut kalır mı insanda?
Oyunun yönetmeni Ayşe Emel Mesci, şunları söylüyor oyun hakkında: Arthur Miller'in senaryosunun adı Playin For Time. Zaman Kazanmak için Müzik Yapmak diye çevrilebilir. Orkestra üyeleri, bir nazi subayının komutuyla her an sona erebilecek hayatlarını biraz daha uzatmak umuduyla konserler verirken bir yandan da 'hayatın kendi ritmi içinde' kalmaya devam ediyorlar. Oyunu sahneye koyarken şu soruyu sık sık sordum kendime: Evet, ölçek, koşullar, dönem, her şey apayrı; ama biz çok mu farklıyız? 'Zamanı biraz daha uzatmak' için nelere göz yumuyoruz şu adaletsiz dünyada? Bizim "orkestra"mız kimler için çalıyor peki?
Oyundaki müzikler de canlı. Bizzat oyuncular tarafından çalınıyor. Bu da oyunu benzersiz yapan özelliklerden biri... Oyun, kah ön sahnede kah arkada, kah yukarda kah aşağıda devam ediyor. Binanın her yanını sahne olarak kullanmışlar. Sahne düzenlemesi çok başarılı. Etraftaki tel örgüler, yataklar, vagon, gaz odaları, yukarıda askerlerin gelip gittiği, köpeklerin havladığı koridorlar...
Oyuncularla izleyiciler iç içe. Hatta dikkat edin, yanınızda oturan kişi seyirci değil, bir oyuncu bile olabilir! Oyunun arasında ve sonunda da sürprizler var!
Sahnede bir de ekran var. Olayların gerçek görüntülerini tüm yalınlığıyla gösteriyor seyirciye... O zamanlarda yaşananları tüm çıplaklığıyla sergiliyor. Oyundaki yaş sınırına kesinlikle uyulması gerektiğine, o görüntüleri görünce ikna olacaksınız! Oyundan, nedense Maria Mandel ile Fania Fenelon'u canlandıran Miraç Eronat ile Zeynep Hürol'un rollerini değiş tokuş yapmaları daha güzel olacakmış gibi bir hisle çıktım. Onun dışında giysilerinden dekoruna, müziklerinden ışığına kadar her şeyini çok beğendiğim bir oyundu. Hem kendinizi o günlerde yaşayanların yerine koyup onların yaşadıklarını biraz olsun hissedebilmek hem de alışılmıştan çok farklı bir tiyatro deneyimi yaşamak için kaçırılmaması gereken bir oyun.
Oyundan sonra insanın diline bir şarkı takılıp kalıyor:
Yüce Tanrı insanı affetsin!..
Selcan
12/11/2011
Ankara
11 Kasım 2011 Cuma
3 gün istirahat
10 Kasım 2011 Perşembe
Ey Ata
29 Ekim 2011 Cumartesi
Cumhuriyet Bayramı
28 Ekim 2011 Cuma
Memleket Nire?
Hiç farkı yok, hepsi aynı!
Barış MANÇO
27 Ekim 2011 Perşembe
Sormak Yetersiz
...ama cevabı dinleyen yok.
"Nasılsın?" diyorlar mesela, "Günün nasıl geçti?" diyorlar, "Neden moralin bozuk?" diyorlar.
Sormak yetiyor ilgilendiklerini göstermek için. Cevabı merak etmiyorlar. Dinlemiyorlar...
-Nasıl geçti günün?
-Biraz sıkıntılıydı bugün. Sabah işe gittiğimde....
-Bir çay mı koysak? İçeriz değil mi? Ya eve şu ayaklı lambalardan alalım mı? Hatta evde zeytin kalmamış, çıkmışken ona da bakarız.
-...
Selcan
27/10/2011
Ankara
24 Ekim 2011 Pazartesi
Toprak Ananın Evlatları
23 Ekim 2011 Pazar
Devlet Babanın Evlatları
Selcan
22/10/2011
Ankara
19 Ekim 2011 Çarşamba
Delikler
13 Ekim 2011 Perşembe
9 Ekim 2011 Pazar
4 Ekim 2011 Salı
Uzmanlık
Karşınızda kim var sanıyorsunuz! Her türlü amele işinizi yaptırıp katma değerli işlerden bihaber bırakıp yetişmemi engellediniz. Başkalarının yaptığı özensiz işleri bana dosyalatıp üst düzeye karşı piyon olarak kullandınız.
Toplantılara kendiniz gittiniz, projelerde kendiniz yer aldınız. Yetmedi; raporları bile kendiniz yazıp imla hatalarını kontrol etmemiz için bize gönderdiniz. Uzman nerede? Uzmanlık nerede? Hani uzmanlık kuruluşuydu burası? Ne yetiştiriyor ne yetişmesine izin veriyorsunuz.
Bizi o kadar hor kullandınız ki; elinizde pırıl pırıl genç insanlar var iken şimdi bir yığın umutsuz, özgüvensiz, motivasyonsuz, yetişmemiş et yığını kaldı!
Hayrını görün...
Selcan
04.10.2011
Ankara
30 Ağustos 2011 Salı
18 Ağustos 2011 Perşembe
Korku
13 Ağustos 2011 Cumartesi
23 Temmuz 2011 Cumartesi
22 Temmuz 2011 Cuma
Çağın Kurbanı
16 Temmuz 2011 Cumartesi
26 Haziran 2011 Pazar
8 Haziran 2011 Çarşamba
6 Haziran 2011 Pazartesi
Umuda Sarılmak
3 Haziran 2011 Cuma
Haziran'da Ölmek Zor
orhan kemal'in güzel anısına
işten çıktım
sokaktayım
elim yüzüm üstümbaşım gazete
sokakta tank paleti
sokakta düdük sesi
sokakta tomson
sokağa çıkmak yasak
sokaktayım
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam
haziranda ölmek zor!
havada tüy
havada kuş
havada kuş soluğu kokusu
hava leylâk
ve tomurcuk kokuyor
ne anlar acılardan/güzel haziran
ne anlar güzel bahar!
kopuk bir kol sokakta
çırpınıp durur
çalışmışım onbeş saat
tükenmişim onbeş saat
acıkmışım yorulmuşum uykusamışım
anama sövmüş patron
ter döktüğüm gazetede
sıkmışım dişlerimi
ıslıkla söylemişim umutlarımı
susarak söylemişim
sıcak bir ev özlemişim
sıcak bir yemek
ve sıcacık bir yatakta
unutturan öpücükler
çıkmışım bir kavgadan
vurmuşum sokaklara
sokakta tank paleti
sokakta düdük sesi
sarı sarı yapraklarla birlikte sanki
dallarda insan iskeletleri
asacaklar aydemir'i
asacaklar gürcan'ı
belki başkalarını
pis bir ota değmiş gibi sızlıyor genzim
dökülüyor etlerim
sarı yapraklar gibi
asmak neyi kurtarır
sarı sarı yaprakları kuru dallara?
yolunmuş yaprakları
kırılmış dallarıyla
ne anlatır bir ağaç
hani rüzgâr
hani kuş
hani nerde rüzgârlı kuş sesleri?
asılmak sorun değil
asılmamak da değil
kimin kimi astığı
kimin kimi neden niçin astığı
budur işte asıl sorun!
sevdim gelin morunu
sevdim şiir morunu
moru sevdim tomurcukta
moru sevdim memede
ve öptüğüm dudakta
ama sevmedim, hayır
iğrendim insanoğlunun
yağlı ipte sallanan morluğundan!
neden böyle acılıyım
neden böyle ağrılı
neden niçin bu sokaklar böyle boş
niçin neden bu evler böyle dolu?
sokaklarla solur evler
sokaklarla atar nabzı
kentlerin
sokaksız kent
kentsiz ülke
kahkahanın yanıbaşı gözyaşı
işten çıktım
elim yüzüm üstümbaşım gazete
karanlıkta akan bir su
gibi vurdum kendimi caddelere
hava leylâk
ve tomurcuk kokusu
havada köryoluna
havada suçsuz günahsız
gitme korkusu
ah desem
eriyecek demirleri bu korkuluğun
oh desem
tutuşacak soluğum
asmak neyi kurtarır
öldürmek neyi
yaşatmaktır önemlisi
güzel yaşatmak
abeceden geçirmek kıracın çekirgesini
ekmeksiz yuvasız hekimsiz bırakmamak
ah yavrum
ah güzelim
canım benim / sevdiceğim
bitanem
kısa sürdü bu yolculuk
n'eylersin ki sonu yok!
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!
nerdeyim ben
nerdeyim ben
nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz siz
kimsiniz?
ne söyler bu radyolar
gazeteler ne yazar
kim ölmüş uzaklarda
göçen kim dünyamızdan?
asmak neyi kurtarır
öldürmek neyi?
yolunmuş yaprakları
ve kırılmış dallarıyla bir ağaç
söyler hangi güzelliği?
kökü burda
yüreğimde
yaprakları uzaklarda bir çınar
ıslık çala çala göçtü bir çınar
göçtü memet diye diye
şafak vakti bir çınar
silkeledi kuşlarını
güneşlerini:
«oğlum sana sesleniyorum işitiyor musun, memet,
memet!»
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
üstümbaşım elim yüzüm gazete
vurmuşum sokaklara
vurmuşum karanlığa
uy anam anam
haziranda ölmek zor!
bu acılar
bu ağrılar
bu yürek
neyi kimden esirgiyor bu buz gibi sokaklar
bu ağaçlar niçin böyle yapraksız
bu geceler niçin böyle insansız
bu insanlar niçin böyle yarınsız
bu niçinler niçin böyle yanıtsız?
kim bu korku
kim bu umut
ne adına
kim için?
«uyarına gelirse
tepemde bir de çınar»
demişti on yıl önce
demek ki on yıl sonra
demek ki sabah sabah
demek ki «manda gönü»
demek ki «şile bezi»
demek ki «yeşil biber»
bir de memet'in yüzü
bir de güzel istanbul
bir de «saman sarısı»
bir de özlem kırmızısı
demek ki göçtü usta
kaldı yürek sızısı
geride kalanlara
nerdeyim ben
nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz?
yıllar var ki ter içinde
taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
3 haziran '63'ü
bir kırmızı gül dalı
şimdi uzakta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
yatıyor oralarda
bir eski gömütlükte
yatıyor usta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
okşar yanan alnını
bir kırmızı gül dalı
nâzım ustanın
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
bir basın işçisiyim
elim yüzüm üstümbaşım gazete
geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
şuramda bir çalıkuşu ötüyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor
19 Mayıs 2011 Perşembe
12 Mayıs 2011 Perşembe
Şükür Ki Dua Hala Bedava!
Kovan aslında.
120 milimetre çapında.
İngiliz malı.
50 lira istedi köylü.
10 liradan açtım kapıyı.
5 can mı aldı patladığında?
15 mi acaba?
30 liraya bağladık işi.
3 parça da şarapnel ikram etti.
Ayağımız alışsın... Avanta.
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'na göre, Çanakkale'deki savaş malzemeleri tarihi eser niteliği taşıdığı için, satılması yasak güya... Karışan eden yok.
Alenen, gırla.
Mermi çekirdeği aldım mesela.
İki tane.
Sarılmışlar birbirlerine...
Biri Anzak.
Biri Türk.
Havada çarpışıp, kaynamışlar.
“40 lira” dedi.
“Oha” dedim.
20'ye bıraktı.
Metrekareye altı bin mermi düşmüş,
iki merminin çarpışma ihtimalinin
600 milyonda bir olduğu belirtiliyor.
E bu orana bu fiyat, kelepir bi nevi...
Sar dedim. Sardı gazete kağıdına.
“Kafatası var mı?” dedim.
“Buluruz” dedi.
Bulmasına biz de buluruz.
Tarlalarda gani.
Ama bununki vernikli.
Pürüzsüz kafatası, 75 lira.
Mermi delikli, 150 lira.
Gidiş-dönüş benzin hariç, 200 liraya patladı bu seneki Çanakkale Zaferi bana...
Devlet erkânı burada.
Başbakan, bakanlar filan.
“Milli-manevi” anlatıyorlar.
“Yaşşaaaa” diye bağırdım.
Deniz kenarına gittim sonra...
Bıraktım hepsini suya.
Fatiha'yla.
Din-iman, vatan-millet ayaklarıyla
güzel güzel pazarlıyorlar memleketi
ama, şükür ki, dua hâlâ bedava.
Yılmaz Özdil
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=17312346&p=2
11 Mayıs 2011 Çarşamba
Kaderini Sev
6 Mayıs 2011 Cuma
6 Mayıs
23 Nisan 2011 Cumartesi
Bayramımız
22 Nisan 2011 Cuma
Sürü
30 Mart 2011 Çarşamba
19 Şubat 2011 Cumartesi
Seninle Beraber
26 Ocak 2011 Çarşamba
En Korkunç Halim
23 Ocak 2011 Pazar
20 Ocak 2011 Perşembe
Merkez
18 Ocak 2011 Salı
Üç Günden Beri Galatasaraylıyım…
Galatasaraylılar kömürü kabul etmediler…
Bu nedenle üç günden bu yana Galatasaraylıyım…
Bir gurur yoksulluğunun ortasında, kim bilir kaç insan kendini Galatasaraylı hissetti, o gururun ucundan-köşesinden bir parça tatmak için…
Hani aç kalmış kuşların ekmek kırıntısına koşması gibi…
*
Spor yazısı deyince, futbol camiasını ve taraftarı yıllarca “ülke sorunlarına duyarsızlıkla” suçlayan bir yazar olarak, ömrümde ilk kez taraftarım…
Ve takımımı açıklıyorum:
“Galatasaray…”
Kimi yöneticileri ya da oyuncuları, kendi seslerinden korksalar dahi, Galatasaray bir gecede halkın takımı oluverdi… Bundan böyle takım gol yediğinde oturup ağlarım bile…
Niçin?..
Çünkü; üniversitesinden medyasına, ordusundan yargısına, aydınından halkına kadar herkesin sindirildiği ve susturulduğu bir zamanda, Galatasaraylıların önlerine konulan 600 trilyonluk ikrama(!) kanmayıp, demokratik tepkilerini bir ağızdan göstermeleri az şey midir?..
“Galatasaraylılığın centilmenliğine yakışmadı”, “Misafire bu yapılmaz”, “Spor ahlakına aykırı” gibi savlar normal zamanlar için doğru olsa bile; çıkar uğruna yalakalık, saygısızlıktan daha büyük suçtur…
Ayrıca “Bize stat yaptı… Yan yolları da koydu…” diyerek Türkiye’de olup bitenleri görmemezlikten gelmek… Ve orada o kömür alanlardan farksız “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye zıplamak…
Yakışır mıydı spor insanlarına?..
*
Bu bir dönüm noktası da…
Anı kitapları o geceyi, karşıdevrimin “kırılma yeri” olarak gösterecekler gelecek kuşaklara…
Göreceksiniz…
Bundan böyle kendi partisinin devşirme kalabalıkları ya da kapalı alanlar dışında hiçbir yerde huzur içinde konuşamayacaktır padişah…
Çünkü…
Çünkü “Tribünler” diyordunuz…
İşte tribünler…
Bekir COŞKUN