Say ki; bir alıç ağacısın çıplak, boz tepenin üzerinde. Dünyanın tenhasında bir yerlerde, üstüne siyahi bulutlar çökmüş ‘kara orman’a bakıyorsun mahzun, mükedder gözlerle... Kara ormanın karasına, ciğerlerini kurutan, özünü soğuran havasına katışmak istemiyorsun... Toprağın koynuna uzattığın köklerinle, göğe karşı her biri bir dil olmuş ellerinle kendini sonsuza aday görüyorsun. Kara Orman’ın derinliklerinde iyi beslenen, fırtınaların şiddetini kesen diğer ağaçların gölgesinde, iyi bir kereste olmayı bekleyen, güvenliği için hürriyetini feda eden zayıf bir gölge olmak istemiyorsun...
Kara Orman’ın gözü dönmüş bekçileri veyegane varlık sebebini odun ve kereste olmak belleyen semirmiş kıdemli ağaçları seni horlayan gözlerle süzüyor. Sense etrafında senin gibi yüzü göğe dönük birkaç ağaççık, üç beş çalı çırpı ile söyleşmeyi, sarıçiçekle halleşmeyi, çimenlerle yarenlik etmeyi yeğ tutuyorsun Kara Orman’ın ihtişamlı çağrısına. Biliyorsun ki orada sana dar bir alan verirler, ‘bak burası senin’ derler, o daracık alanda yüzün yere eğik biçimde yerdeki yaprakların oynayışıyla eğlenmeni isterler. Senin alıç veya ardıç olman, köknar veya çınar olman önemli değildir orada, adın bellidir: ya odun, ya kereste. Köklerin diğerlerinin köklerine eskaza değdiğinde, dalların hemen yanıbaşındakinin yapraklarına temas ettiğinde keserler, budarlar seni. Bilirsin... Bilirsin, orada bir yüzün, bir şeklin, bir adın yoktur. Göğsünün tam ortasına metal bir levha çakarlar, sana bir numara verirler, olsa olsa ne idüğü belirsiz uyduruk bir dille hitap ederler... Arada bir gelip gövdeni beyaza boyarlar, buna diğer keresteler pek sevinir nedense: ‘Kara Orman’ın nimeti’ derler...
Bilirsin, Kara Orman’ın kuytularında yitik bir ağaç olarak kendini aldatmanın pek çok yolu sunulmuştur önüne. Kara Orman’ın büyüklüğüyle övünmek, ormana gelen mühim ziyaretçilerin adlarını ezberlemek, çalçene gevezelik etmek, kendinden başka her şeyle ilgilenmek, bir birkesilenlerin ardından duyulan derin hüznü bastırmak için sık sık gürültülü uğultular yükseltmek... Ama sen boz tepenin üstünde gösterişten, debdebeden uzakta mütevazı dostlarınla, cezbeli bir fısıltı senfonisi eşliğinde bulutların, yağmurun, toprağın, rüzgarın, kokuları tepeye ulaşan taze sürmüş kekiğin efendisinin adını yüceltmeyi seçersin...
Kendini aldatmak, aldatmanın farklı ve ince yollarında yürümek istemezsin. İşte, dünya dedikleri, en nihayet, bir kel, boz tepecikten fazlası değil. Kara Orman’ın toprağıyla, boz tepenin toprağı birbirinden özce farklı değil. Fakat orada yağmuru yağdıranın, rüzgarı estirenin, baharı getirenin ‘Kara Orman’ın Büyük Gücü’ olduğu yollu efsaneye kanmak, öyle sanarak ölümü beklemek çok sık rastlanan bir durum...
Sen, bu çorak ülkenin ötesinde bir yeşil vadinin, kökleri göğe asılı, dalları cömertçe aşağı sarkmış bir ulu ağacı olarak görürsün kendini daima düşünde...Etrafındaki mütevazı dostlarınla bu rüyayı paylaşırsın, yere düşen tohumlarından türeyen yavru alıçlara bu rüyanın ağacı olmayı öğütlersin...
Sen ki; Göklerin ve Yerin efendisinin bir mübarek dağda elçisine kendisi aracılığıyla konuştuğu o ağacın varisi olmak dilersin. Söze yar olmuş ağaç.
Sen ki; göle nazır tepede Çam Ağacı’nı kalbine mesken tutmuş o hüzünlü adamın semayı süzen gözlerinin derinliğinde tüm kainatı bir ağaç olarak seyretmek istersin.
Sen ki; yalnızlığın ve gurbetin içinde kendin için bir kainat olmayı arzu edersin. Tek başına bir nurlu bir orman olmayı hedef edinirsin... Böylece, fani varlığın toprağın bağrına düştüğünde her bir zerrenden binlerce ışıklı ağaç çıkacağını bilirsin...
Say ki bir alıç ağacısın dünyanın tenhasında...
Yusuf Özkan Özburun
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder