26 Ocak 2011 Çarşamba

En Korkunç Halim

Ben sana hep güzel, en güzel görünmek isterken... Saçları dağınık halimi, rüküş kıyafetli halimi, horlayan, ağlayan, burnunu çeken halimi bile görmeni istemezken...
Hayatın cilvesine bak! Benim bile görmediğim o en korkunç halime tanık olmak sana düştü...
Sana...

Selcan
26/01/2011
Ankara


23 Ocak 2011 Pazar

20 Ocak 2011 Perşembe

Merkez

.... uzman yardımcılığı 3. mülakatı
03.01.2011 öğleden sonraki oturum

Yüzlerinde “seni zaten almayacağız, niye gelip beni oyalıyorsun. İşim gücüm var, senin yüzünden bu boktan sözlüyü yapmak, burada vakit harcamak zorunda kalıyorum.” diyen bir ifade ile karşılıyorlar insanı. Odada o kadar negatif bir hava var ki; insana bulaşıyor hemen.

5–6 kişi vardı sanırım. Sadece bir tanesi konuşuyor. Diğerleri, üzerlerinde o usanç ifadesi ile vaktin geçmesini bekliyorlar. Kelimenin gerçek anlamıyla vakit geçmesini bekliyorlar. Yüzlerinde, birlikte çalışacakları insanları seçme ifadesinden hiç iz yok. Gelen adayların hangisinin en iyisi olduğunu keşfetme, kişileri tanıma çabası yok. Sadece, yargının, her ne şekilde olursa olsun alacakları kişilerin belli olduğu bu mülakat kısmıyla ilgili işlerini uzatmasından hoşnutsuz, bitsin de gidelim havasındalar.

Odaya girdim, iyi gün dileklerinden sonra, masanın üzerinde duran soru torbacıklarından bahsetmeye başladılar. Ben kimim, bu yaşıma kadar neler yaptım, hangi okulları bitirdim, nerelerde çalıştım vs sormadılar. Adayın kim olduğuyla ilgilenmiyorlar, umurlarında değilim. Orada çalışmayı çok istiyormuşum, o konuda dersler almışım, stajlar yapmışım, pehhhh! Kimin umurunda!

Yaptıkları şey mülakat değil, sadece ve sadece sözlü sınav. Zaten KPSS’de 90 puan almamışım, kendi yazılı sınavlarına girmeye hak kazanmak için onlarca kişiyi geçmemişim, sonrasında yazılı sınavda seçtirildiğim ve seçtiğim dört alandan soruları cevaplayarak başarılı sayılacak notlar almamışım, tüm bunlarda bilgi birikimimi kanıtlamamışım gibi... Sadece bilgi soran bir sınav. Üstelik de baştan uyardılar: sana ayırabileceğimiz vakit sadece 15 dakika; soruları ona göre cevapla, üzerinde düşünüp de doğru cevapları bulacağım diye kasma! Biraz da panikle ki; söylemeyi unuttuğun şeyler de olsun, kamera kayıtlarının garantisinde rahat rahat puan kırabilelim. Üstelik de hiçbir şekilde yardımcı olmaya, hatırlatmaya çalışmıyorlar. Sen konuşuyorlar, onlar öyle bakıyor, sonra diğer soruya geçiliyor.

Masanın üstünde yılbaşı partisinden kalmış izlenimi veren morlu, pembeli, mavili vs 5 torba var. Torba, evet. Hani Noel babanın kafasına taktığı külah var ya, onu almış masaya koymuşlar sanki. Soruları bilgisayarda (elde de yazabilirlerdi bu amatörlükle) alt alta yazmışlar, sonra sorunun bittiği yerden kesmişler ve ilkokul müsameresinde hediye çekilişi yaparken isimlerimizi yazıp katladığımız gibi katlayarak o torbacıklara koymuşlar. Düzgün A4/A5 kağıtlara yazıp güzel zarflara koymak hiç mi akıllarına gelmemiş bilmiyorum. Torbaların üstünde “1. Torba”, “2. Torba” şeklinde açıklayıcı ifadeler de var!

Evet, yerimi alır almaz torbalardaki soruları anlattı komisyonun konuşan tek üyesi. 1, 2 ve 3’ten birer soru çekmemi, orada yazan soruları okumamı ve o konu hakkında bildiğim her şeyi anlatmamı istedi. Bildiğim her şey... Hocam, böyle soru sorulur mu? Adam gibi sorarsın, şu nedir, bu nasıl yapılır diye. Sorunun cevap bellidir, biliyorsam söylerim, bilmiyorsam yanıt veremedi dersin. Böyle ucu açık sorunca, söylediklerime ve söylemediklerime nasıl puan vereceksin? İlla ki unuttuğum, atladığım ya da bana göre önemli olmadığını düşündüğüm için söylemediğim şeyler olacak. Doğrudan +/- veremedikten sonra soru sormanın bir objektifliği yok ki! İstediğin kadar kamera koy, torba koy. Hepsi göstermelik, hepsi boş!

Bana çıkan sorular:
1.Medeni hukuktaki ipotek kavramı nedir, nasıl tesis edilir, şartları nelerdir vs.
2.Envanter nedir, aşamalarıyla birlikte anlat.
3.Reel sektör borçlanması nedir, ülkedeki durumu nedir, son gelişmelerle nasıl bir seyir izlemiştir.

Medeni hukuk? Ama biz bu sınava başvururken konu seçmedik mi? Yazılı sınava o konulardan girmedik mi? Yazılı sınav için seçmediğim bir konudan beni nasıl sözlü yaparsın? Matematik sınavında fizik sormak gibi bir şey senin yaptığın! Ama işin asıl ilginci, bekleme salonunda insanlar hukuk çalışıyordu! Medenisi, ticareti, borçları... Seçmeli derslerden hukuk seçtiklerini düşündüm ben, aksi hiç aklıma gelmedi. Onlara malum mu oldu hukuk da sorabilecekleri, nereden esti de harıl harıl hukuk çalışıyorlardı? Neymiş, sıkı güvenlik önlemi almışlar da, kamera karşısında soru çektirip objektif değerlendireceklermiş de... Bazılarına hangi konulardan soru çıkacağını söyleyip bazılarına söylemezsen, kayırılmış kesim tabi ki daha iyi cevaplandırır soruları! Tabi ki kamera önünde onlar daha iyi performans sergiler. Kaldı ki; benim sorularım bittiğinde kamera kapandı. Benim soru çektiğim torba ile benden sonra girenin soru çektiği torba aynı mı? Kamera kapandığı anda değiştiriliyor belki torbalar. Belki de kazanmasını istediklerine çıkabilecek sorular söylendi, onlara özel torba hazırlandı. Kamera neden baştan sona çekmiyor ki görüşmeleri? Hatta ben çıktıktan sonra benim hakkımdaki değerlendirmelerini bile çekmeli ki; neye puan verdikleri, neyden puan kırdıkları da kayıtlara geçmiş olsun. Konu seçerek yazılı sınava girdiysek sözlü sınavda da sadece seçtiğimiz konulardan sorular sorulmalıydı. Madem bana seçtireceksin, her alandan sorular hazırlarsın, “1. Torba” demezsin de “muhasebe torbası” dersin. 3 soru seçtirdin zaten; bir tane daha seçtirirsin, yazılı sınava girilen her konudan da soru sormuş olursun. Buna aklınız ermiyor mu!

İlk 3 sorudan sonra 4. torbadan paragraf çektirdiler. Bir paragraf var, onu okuyorsun, yazılı olanlara katılıp katılmadığını ve nedenlerini anlatıyorsun güya. Sıcak para ile ilgili bir metindi seçtiğim. Sıcak para şudur, ihracatı ve ithalatı şöyle etkiler vs. cümle cümle üzerinden giderek doğru/yanlış dedim ama o kadar donuk bir insan yığını var ki karşıda; söylenebilecek pek çok şeyi de söyleyemedim. Ders anlatır gibi uzun uzun konuşabilirdim üzerinde, şayet biraz daha istekli, teşvik edici olsalardı.

En son 5. torbadan paragraf çektirdiler. Bunda ise kendi raporlarından bir paragraf vardı. Oradaki terimleri açıkla, yorumla, şunu yap, bunu yap... Bir sürü şey sayıyorlar başında; ama atladığın bir şey olursa yardımcı olmuyorlar. Unuttuğun kalıyor. Düşman evladısın ne de olsa!

Söyleyebileceklerim bunlar, diyip susar susmaz da “peki iyi günler” diyip gönderiyorlar. Fazladan soru sormak yok, yorum yapmak yok, yardımcı olmak yok. Bir de kapıda öyle bir tripte ki insan kaynakları; seni bir an önce ortamdan uzaklaştırmanın telaşında. Yahu soru çektiriyorsun madem, neden bu endişe? Soruları söyleyecek halim yok ya, gidip kendi çekecek! Zaten dedim ya, bana hiçbir şey ifade etmiyor sınavdan önce birer tane cep telefonu toplayıp sanki gizliliğe çok önem veriyormuş gibi yapman. İçerde benden sonra torbayı değiştirmediğini bilmiyorum. Soruların hep aynı gruptan çekildiğini bilmiyorum. İnanmıyorum da! Bir kurum; ki bu kadar önemli bir görev üstelenen bir kurum; anca bu kadar başarısız bir personel seçimi yapabilir. Alacağı kişileri önceden belirleyip onları belirlediğini anca bu kadar belli edebilir. Görüşmeye gelen insana alınmayacağını, tavırlarıyla anca bu kadar net ifade edebilir. İlk iki sözlü sınavı davalık olan ve iptal edilen bir kurum, üçüncü sınavını da anca bu kadar eline yüzüne bulaştırabilir.

Dedim ya, bekleme salonunda eski kazananlar hukuk çalışıyorlardı diye, dikkatimi çeken başka bir konu da şu: hiçbiri endişeli değildi. Ben öyle bir sınavı kazanmış olsam, işe başlatılsam, sonra kazandığım sınav mahkeme kararıyla iptal edilse, kurumla ilişiğim kesilse ve ben tekrar objektif değerlendirilecek bir sınava girecek olsam eminim daha endişeli olurdum. Acaba kazanabilecek miyim derim; ki bu endişem daha öncekini kazanmayanlardan daha fazla olur. İşin ucunda rezil olmak da var zira. Öncekinde kazanıp da bunda kazanamayınca herkes öncekini kazanmayı da hak etmediğimi düşünür. Ama bu arkadaşlarda endişeden hiç iz yoktu. Herkes gayet rahat, çalışıyorlar, birbirlerine sorular soruyorlar, güle oynaya sıralarını bekliyorlar.

Şimdi kalkmış bana kamera karşısında soru çektirerek tarafsız bir mülakat yaptığınızı söylüyorsunuz. Pışıııık! Onu benim külahıma anlatın siz! İlk seferki boktan görüşmenin kamera karşısında tekrarını yaptık sadece. Bok aynı bok!

Selcan

18 Ocak 2011 Salı

Üç Günden Beri Galatasaraylıyım…

Galatasaraylılar kömürü kabul etmediler…

Bu nedenle üç günden bu yana Galatasaraylıyım…

Bir gurur yoksulluğunun ortasında, kim bilir kaç insan kendini Galatasaraylı hissetti, o gururun ucundan-köşesinden bir parça tatmak için…

Hani aç kalmış kuşların ekmek kırıntısına koşması gibi…

*

Spor yazısı deyince, futbol camiasını ve taraftarı yıllarca “ülke sorunlarına duyarsızlıkla” suçlayan bir yazar olarak, ömrümde ilk kez taraftarım…

Ve takımımı açıklıyorum:

“Galatasaray…”

Kimi yöneticileri ya da oyuncuları, kendi seslerinden korksalar dahi, Galatasaray bir gecede halkın takımı oluverdi… Bundan böyle takım gol yediğinde oturup ağlarım bile…

Niçin?..

Çünkü; üniversitesinden medyasına, ordusundan yargısına, aydınından halkına kadar herkesin sindirildiği ve susturulduğu bir zamanda, Galatasaraylıların önlerine konulan 600 trilyonluk ikrama(!) kanmayıp, demokratik tepkilerini bir ağızdan göstermeleri az şey midir?..

“Galatasaraylılığın centilmenliğine yakışmadı”, “Misafire bu yapılmaz”, “Spor ahlakına aykırı” gibi savlar normal zamanlar için doğru olsa bile; çıkar uğruna yalakalık, saygısızlıktan daha büyük suçtur…

Ayrıca “Bize stat yaptı… Yan yolları da koydu…” diyerek Türkiye’de olup bitenleri görmemezlikten gelmek… Ve orada o kömür alanlardan farksız “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye zıplamak…

Yakışır mıydı spor insanlarına?..

*

Bu bir dönüm noktası da…

Anı kitapları o geceyi, karşıdevrimin “kırılma yeri” olarak gösterecekler gelecek kuşaklara…

Göreceksiniz…

Bundan böyle kendi partisinin devşirme kalabalıkları ya da kapalı alanlar dışında hiçbir yerde huzur içinde konuşamayacaktır padişah…

Çünkü…

Çünkü “Tribünler” diyordunuz…

İşte tribünler…


Bekir COŞKUN


14 Ocak 2011 Cuma

Halime Tercümandım

Sözümona insandım
Hamsiydim buğulandım
Koynumdaki hatunu
Havva anamız sandım

Beyazıt Kulesiydim
Hem Kumkapıdaki yangın
Arap itfaiyeciynen
Kendi derdime yandım

Pir Sultandım abdaldım
Düz rakıya dadandım
Çekip çekip kafayı
Anacığımı andım

Banazdaydı bazlamam
Ve radyodaki reklam
Yaşamı yandaş sayıp
Bana bir ekmek bandım

Arşa vardı feryadım
Firazda kör kadıydım
Kararsızlıktan cayıp
Katlime karar aldım

Gül benizli isyanım
Eksi çıktıkça kanım
Arta durdu bicanım
Ben ölsem ölsem bile

Dipdiri o sol yanım

CAN YÜCEL

8 Ocak 2011 Cumartesi

Bir Savaş Hikayesi



06/01/2011
Şinasi Sahnesi

Adı üstünde, tam bir savaş hikayesi bu... Askerler var oyunda, insancıl askerler de savaşçıl insanlar da... İnsan canını umursamayanlar da birine ateş etmek zorunda kalırsam ne yaparım
diye endişelenenler de...


Bir askeri haber merkezinde başlıyor oyun. Aylar önce terhis olması gerektiği halde hala savaş alanında tutulan askerlerin, oğlundan aylardır haber alamayan babaların arayıp oradaki onbaşıdan medet umdukları bir mekan... Sonra olaylar geliştikçe mekan değişiyor. Hatta o kadar hızlı değişiyor ki dekor; oyunda hayran kaldığım noktalardan biri bu. Işıklar kararıyor, bir dakika içinde ateş altında kalan odadan ayrılıp bir sinemanın önüne geliveriyoruz. Oradan askeri bir mahzene. Sonra bir bakmışsınız sinemanın içindeyiz, üstüne üstlük bir haber kanalının stüdyosuyla aynı anda!

Savaştan bıkmış, biraz sinirleri bozulmuş, biraz da işi deliliğe vurmuş askeri doktor ile yakın arkadaşı binbaşı, aslında benzer düşüncelere sahiplerdir. Savaş bitsin, insanlar ölmesin artık, herkes çok özlediği evine dönsün! Ama doktor, binbaşının askerlerini alıp gitmesini isterken onun bunu yapabileceğini düşünür; oysa binbaşının gücü buna yetmez... Doktora göre kendi canı yanmadıkça kimse savaşın ne büyük bir felaket olduğunu idrak edemez. Savaşın nasıl bir şey olduğunu, savaşta kolunu kaybedene sormalı, oğlunun son anlarında onunla ilgilenemeyen babaya, bir şarapnel parçasıyla çoktan can veren bebeğini günlerce doktora getirmek için yalın ayak yol kat eden anaya...

Doktor, kendi imkanlarıyla savaşta yaralanan insanları, özellikle sivil halkı, tedavi etmeye çalışırken binbaşıya şu soruyu sorar: "Tedavi ettiğimiz askerleri taburcu edip evlerine yolluyoruz. Peki bu insanları nereye yollayacağız? Onların evi burası!" Öyle ya, evlerini, yurtlarını istila ettiğiniz, yaraladığınız insanları tedavi etseniz bile nereye yollayabilirsiniz ki...

İşte bu düşüncelere sahip doktor, artık ordu için tehlikeli hale gelmiştir. Hatta onunla konuşmaya çalışan, onu anlamaya çalışan binbaşı da! Gün gelir, doktorun bir taraftan binbaşı ile konuşup bir taraftan yaralıları gizli gizli tedavi ettiği sinemaya baskın düzenler ordu. Bir anda etrafı sarar, binbaşı ve doktorun yanı sıra, tedavi edilen yaralı halkı da öldürürler. Burada, onbaşının, herkesten önce, hiç kimseyi öldürmek istemeyen asker arkadaşını öldürmesi çok çarpıcıydı. Öldürme hırsının insanın gözünü kaplayınca, ilk önce engel olabilecekleri ortadan kaldırmasını çok güzel yansıtıyor...


Bu baskın, öyle güzel dramatize edilmiş ki; yavaş çekim gibi oynanan bölümler oyuna ayrı bir güzellik katmış. Ayrıca, savaş ve çatışma ortamı öyle güzel canlandırılmış ki; patlayan ateşler, dumanlar, ışıklar, her şey çok gerçekçi, çok özgündü. Makyajı da unutmamak lazım tabi; yaralıların, ateş sonucu orada yaralananların makyajı çok etkiliydi.



Ve oyunun bana göre en çarpıcı kısmı, baskının zaman zaman donması ve haber merkezine bağlanmamızdı. Sahnenin bir tarafında, haber spikeri, devlet başkanı ile röportaj yapmaktadır. Güya doğru ve tarafsız haberleri izleyiciye ulaştıran bir programdır bu. Ancak orada birebir izlediğimiz olaylar, başkan tarafından o kadar farklı anlatılır, izleyiciye öyle yanlış yansıtılır ki; savaşı durdurmak isteyenler adeta birer intihar bombacısı, yaptıkları şey savaşta zarar görenleri tedavi etmek değil de orduya intihar saldırısı düzenlemekmiş gibi sunulur...

Medya da bu konuda üzerine düşen görevi yaparak doğru bilgiyi izleyiciye ulaştırmaktadır! Gerçekte neler oluyor; ama bize nasıl yansıyor, bunu sorgulamadan edemiyor insan... Medya ne kadar yansız, haberler ne kadar gerçek, anlatılanlar ne kadar doğru?

Savaşta her şey mübah mıdır? Silahsız askerlere, üstelik de kendi askerlerine, ateş açmak da mı? Tek kaygısı savaşın durması olan, kendi imkanlarıyla savaş yaralılarını tedavi etmeye çalışan doktoru vatan haini ilan etmek ya da onu konuşarak ikna etmeye çalışan binbaşıyı dinlemeden infaz etmek de mi? Kendi askerine bile bu kadar acımasızca davranan bir ordunun dünyanın herhangi bir yerine barış götürmesi, demokrasi taşıması mümkün mü?

Kendi savaşını haklı çıkarmak için üzerlerinde silah dahi olmayan insanları öldürüp cansız ellerine silah koyarak medyaya o şekilde yansıtmak, günümüzün gerçekleriyle de birebir uyuşuyor aslında...

Bu bir savaş hikayesi... Sorgulamadan emirlere itaat eden asker ile insana inanan askerlerin hikayesi. Bir filmde uçağa yetişen bir çocuk görüp de uçağı kaçırsaydı ne olurdu diye soranlara "o zaman film olmazdı" diyen zihniyet ile "o zaman başka film olurdu" diyenin hikayesi... Hayat, başka türlü olamayacak kadar keskin mi gerçekten? O ordu, başka diyarlardaki insanların yurtlarını istila etmeseydi, film olmaz mıydı? Yoksa, insanların huzur içinde yaşadıkları bambaşka bir film mi olurdu?

Sahnesinden ışığına; kurgusuna; dumanla, sesle, patlamalarla adeta yaşatılan çatışmalara kadar her şeyini beğendiğim bir oyundu. Oyundan çıktıktan sonra üzerinde düşünürken oyunun, bir savaş hikayesinden çok daha fazla şey anlattığını anlayacaksınız...

Selcan