24 Ocak 2014 Cuma

Suskunluk Simgesi

Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenmiş bir suçtur. Bu bilinci paylaşmak ve bu sorumluluğu yerleştirmek zorundayız. Uygarca paylaşılan sorumluluk bilinci, özgürlüğün de demokrasinin de tek güvencesidir. Bu güvence sağlanmadıkça demokrasinin temeline tek bir taş bile konmuş olamaz. Unutmayalım ki cesur bir kez, korkak bin kez ölür. Önemli olan, insanın böyle bir toplumda mezar taşı gibi suskunluk simgesi olmamasıdır.
Uğur MUMCU

Ruhunuz şad olsun
#UğurMumcu
#GaffarOkkan
#İsmailCem

23 Ocak 2014 Perşembe

Nereye?

26/11/2013
Küçük Tiyatro

Küçük bir kamyon kasasında geçiyor oyunumuz. Çeşitli malların yüklendiği kolilerin arasında maldan farklı bir muamele görmeyen insanların hayallerine doğru yaptıkları o havasız, karanlık, daracık, kokuşmuş kasada... Peki kim bu insanlar, neden İstanbul'dan İzmir'e gitmekte olan bir kamyonun kasasında klostrofobik bir yolculuk yapıyorlar?

Evet, bu kamyon kaçak göçmenleri taşıyor. Kimi ülkesindeki savaştan, sürekli patlayan bombalardan, ölüm tehlikesinden kaçmış; kimi ise açlıktan, sefaletten, parasızlıktan... Kimi töre uğruna cana kıyamadığı için köyüne dönemiyor; kimi kurduğu işi batırıp borçlarını ödeyemeyince tefecilerden ölüm tehdidi aldığı için mahallesine... Ortak nokta şu ki; eskiden hayatlarını sürdürdükleri yer, artık cehenneme dönmüş. Oraya dair tüm umutlarını yitirmişler ve umudu başka ülkelerde aramak üzere yola düşmüşler.

İsmail ile Cemal, kaçak göçmen ekibine en son dahil olanlardan... Tekstil işiyle uğraşmışlar Türkiye'de; ama Çin ile rekabet edememişler. Ah o Çinliler!! Ekonomik sıkıntılar, borcu borçla ödeme döngüsü...ve sonunda tefecilerin eline düşmüşler. Kendi aralarında konuşuyor, gitmek istedikleri İtalya'da yapacakları işlerin, huzurlu günlerin hayalini kuruyorlar. Zaten bu değil mi insanı her şeye rağmen mücadele etmeye zorlayan: güzel günlerin hayali... Özellikle Cemal o kadar toy, o kadar genç ki bu izbe kamyon kasasında, her an yakalanma riski altında bile güzel İtalyan kızlarıyla geçireceği zamanın heyecanını taşıyor yüreğinde. Bir de orada açacağı tekstil mağazası "Cemalucci"nin...

Hüseyin... Kıyafetiyle, sakalıyla "hacı amca" sanılan; ancak sohbet ettikçe aslında henüz 28 yaşında olduğu anlaşılan iyi insan... Kız kardeşinin tecavüze uğraması sonucunda töre gereği aile meclisi tarafından kardeşini öldürme görevi verilmiş. Karşı çıkmamış, almış kardeşini yanına, gitmişler bir dağ başına. Kardeşin de töre karşısında boynu kıldan ince; hiçbir hatası olmasa da bu zulmü görmekte, direnmeden peşine düşmüş abisinin. Silahı doğrultmuş abi kardeşinin üzerine, kız o güzel gözleriyle şefkatle abisine bakarken. Hiç olur mu, insan kardeşini vurabilir mi? Suçsuz, günahsız bir kızcağızı öldürebilir mi bir töre uğruna? Yapamamış tabii, kıyamamış kardeşine. Lakin köye de dönememişler sonra, dağda yaşamaya başlamışlar aç, susuz... Köylüler yardım etmiş sonra; evlerine almışlar, yemek vermişler. Köyün birinde bir çoban sevmiş kardeşini, evlenmişler orada. Hayat... Kardeşine düzenli bir hayat sağladıktan sonra kendi yoluna gitmeye kadar vermiş Hüseyin. Almanya'ya gidecek, orada yeni bir dünya kuracak kız kardeşini töre uğruna öldüremediğinden artık var olamadığı köyünden uzakta, var olmak için!

Ahmad ile Zahra, savaştan kaçıyorlar. patlayan bombalardan, her an ölümle burun buruna yaşamaktan, kaybettikleri çocuklarının parçalanmış bedenlerinin hayalinden... Memleketleri yaşanır bir yer değil artık, insanca bir hayat sürmek onların da hakkı! Onun için senelerdir para biriktirmişler, kendilerini İngiltere'ye götüreceğini inandıkları adamlarla anlaşmışlar ve işte, bu kasada bilinmezliğe ilerliyorlar. Bir kitabevi açmak istiyorlar orada. Ufak bir dükkan. Kendilerine avuntu veren kitapları paylaşacaklar oradaki insanlarla... Zahra hep suskun, çocuklarını kaybettiği andan itibaren bu acımasız hayata haykırışlarını suskunluğuyla ve gözyaşlarıyla yapıyor. Kucağında bir bebek. Sımsıkı sarıyor bebeği sanki bir an bıraksa bombalar onu da parçalayacak. Ölüm hazırda bekliyor sanki; ellerinde kalan bu son umut dalını, bebeklerini de diğer çocuklarının yanına alıp götürmek için... Sarıyor o yüzden yavrusunu Zahra, kucağının sıcaklığından ayırmıyor hiç.

Herkes kederli kamyonda; herkeste bir korku var, umutla kol kola. Uzun bir yol bu. Tek seferde tek araçla gidilmiyor öyle Avrupa ülkelerine. Sürekli aktarma yapılıyor, haftalarca sürüyor yol. Bizim kamyon örneğin, İzmir'e kadar götürecek göçmenleri. Oradan teknelerle bir Yunan adasına geçilecek. Ondan sonrası, herkes kendi yoluna. Herkes başka bir alemden gelmiş, başka umutlarla başka bir aleme gidiyor. Yolculuk esnasında yapılan sohbetlerden anlıyoruz ki büyük bir sektör olmuş artık bu göçmenlerin taşınması. Kim kimden ne koparabilirse onu istiyor. Kimi hepsini peşin istiyor, kimi taksit yapıyor, kimi bir kısmını nihai yere varınca alıyor... Saçma! İnsanı bu leş gibi kamyon kasasında taşımanın ücreti mi olur! Bile bile kapasitesinin onlarca katına kadar insanla doldurulan tekne ile denizi geçmeye çalışmanın, insanları göz göre göre ölüme göndermenin ücreti ne kadar?

Herkes gergin içeride, en ufak bir kıvılcımda alev alacak sanki kamyon. Umudunu korumak isteyen ve güzel günlerin hayalini paylaşanlarla gerçekçi olup hayal kırıklığını önlemek isteyenler çatışıyor zaman zaman. Yanlış anlama ve ön yargılardan kavgalar çıkıyor; ama diğerlerinin sağduyusu ile sakinleşiyor ortalık kısa zamanda. Ne kadar çatışsalar da aynı mücadelenin peşindeler, anlıyorlar birbirlerini. Ölüm sürekli dillerinde. Daha önce kaçmayı deneyip kaçamayanların öyküleri anlatılıyor sık sık. Herkes kendi bineceği teknenin nasıl olacağını düşünüyor. Yeterince büyük mü? Haberlerde izlenen, tepeleme insan dolu sandallardan mı olacak? Batacak mı yarı yolda yoksa o Yunan adasına varmayı başaracak mı? Bitmek bilmeyen bu yolda, bu havasız kamyon kasasında sohbet etmeden geçmiyor vakit. Sohbet ettikçe ne kadar farklı hayat hikayeleri olduğunu görüyorlar; ama anlıyorlar ki hikayeler farklı olsa da acılar hep aynı! Bu kamyonda bulunma amaçlar da aynı: hayatta bir tutunma noktası bulabilmek!

Polis durduruyor kamyonu ara sıra. Denetim yaparken kamyonda ne olduğunu soruyor şoföre. Hayvan taşıdığını söylüyor şoför, büyükbaş hayvan! İçeriden öyle kötü bir koku geliyor ki; şüphelenmiyor polis, devam ettiriyor yoluna kamyonu. Hakikaten çok pis bir koku var içeride, nereden geliyor acaba?! Daralıyor bazen göçmenler, nefes alamıyorlar, havasızlıktan kriz geçiriyorlar. O daracık kutuda üzerine gelen duvarlar, ölüyormuş gibi hissettiriyor insana. Büyükler bile dayanamazken kundaktaki bebek nasıl dayansın? Ya iki çocuğunu savaşta patlayan bombalar yüzünden kaybeden, elinde kalan son yavrusunu da bu havasız kamyon kasasında yitiren, yitirdiğini fark dahi etmeyen, edemeyen veya ölümü bu masum yavruya konduramayan, günlerdir cansız bir bedeni kucağından bırakmayan o anne nasıl dayansın bu acıya?

Bebeğin öldüğünün anlaşılmasından sonra dehşete kapılan yolcuların duvarları yumruklaması ile panikleyen şoförün kaza yapması ile hikaye son buluyor; ama yönetmen Volkan Özgömeç alternatif bir son daha sunuyor izleyiciye kamyon dışında. Diyelim ki kamyon kasalarında, teknelerde, tel örgülerin öte tarafında ölmeden başka bir ülkeye kaçabilen az sayıdaki şanslı insan arasındalar ve gitmek istedikleri ülkelere ulaştılar. Ne olacak ondan sonra? Mutlu olabilecekler mi? Kendi topraklarına ait olamama hislerinin yanına gittikleri ülkede hep yabancı kalma hislerini ekleyince psikolojileri nasıl olacak? İsmail'in değilse Hüseyin'in, onun değilse Cemal'in veya Ahmad'in başına gelecekleri de anlatıyor oyun bize zaman zaman. Hayatın çarkında yaşayacakları değişimleri de gözler önüne seriyor. Nasıl olup da tam da eleştirdikleri insanlara dönüştüklerini gösteriyor. Cemal mesela, hayat dolu, neşesini kaybetmeyen biri iken İtalya'ya gitmeyi başarıp hayalindeki İtalyan kızlarından birine aşık olursa onunla nasıl bir hayat sürer? Sokaklarda işportada kol saati satan bir Afgan gördüğünde, kendisinin de kaçak bir göçmen olduğunu unutur da Afgan'a söver mi yoksa anlayışla mı karşılar? Cemalucci markasını kurabilir mi mesela? Ve bu hangi hizmetin markası olur?

Güç bela gideceği ülkeye varan İsmail, karın tokluğuna gece gündüz bir meyve bahçesinde kaçak çalıştırır, iş bittikten sonra bizzat bahçe sahibi tarafından polise ihbar mı edilir yoksa insan yerine konulur, insanca yaşayabilir mi orada? Hüseyin, Almanya'ya ulaşabilir mi? Şansı yaver gitti, orada yaşanası bir düzen kurdu diyelim. Gün gelip de kamyondaki arkadaşları Ahmad ve Zahra'yı ziyarete gitmek istese İngiltere'ye İngiliz polisi nasıl karşılar onu? Sırf kılık kıyafeti yüzünden terörist damgası yapıştırır mı, elindeki çantayı bomba sanıp öldürmeye kalkar mı dil bilmeyen Hüseyin'i, yoksa her insanın farklı olduğunu bilir; kılığıyla, diliyle, diniyle, ırkıyla ön yargıya kapılmadan bu farklılığı kutsar mı insanlık adına? Zahra ile Ahmad ne yapar peki? Ulaşabilir mi İngiltere'ye? Aldıkları üniversite eğitiminin faydasını görürler mi insan yerine konmak için? Sığınma hakkı elde etseler bile hayallerindeki kitabevini açabilirler mi orada? Ve kader arkadaşları Hüseyin ziyaretlerine geldiğinde polis onu vurmadan yetişebilirler mi, arkadaşlarını kurtarabilirler mi, anlatabilirler mi kendilerinin de yabancı olduğu bu ülkenin polisine Hüseyin'in terörist olmadığını?

Haykırıyor bize kamyondakiler: Ey insanlar! Ülkemde savaş varsa, evimin üzerine bombalar yağıyorsa bu benim suçum mu? Töre denen şey kardeşimi öldürmemi söylüyorsa ve ben onu çok seviyorsam yaşama hakkım yok mu? Parasızsam, açsam, iş kurmayı denemiş ama tefeciler yüzünden yürütememişsem öleyim mi? Ben de insan onuruna yakışır bir hayat sürmeyi hak etmiyor muyum? Ölümden korkuyorsam ayıp mı? Umut ediyorsam ve kendime yeni bir gelecek tasarlamaya çalışıyorsam utanayım mı?

Kısacası, oyunun kostüm tasarımını yapan Özlem Karabay'ın ifade ettiği gibi "Geleceğini hiç bilemeden, hesaplayamadan yaşadığı yerden hiç umudu kalmayıp bilinmez bir yarına, bilinmez bir yola çıkan insanların... bilinmez ülkelerde huzur bulma ümidiyle yaşadıkları toprakların huzursuzluğundan kaçarken yolları kesişen karakterlerin yol öyküsü" bu oyun.

Ayrıca, fuaye alanında Anadolu Ajansı foto muhabirlerinin Filistin'de, Suriye'de, Myanmar'da ve Somali'de çektikleri 20 fotoğraf karesinden oluşan bir sergi olduğunu da hatırlatayım. Oyundan sözler mi fotoğrafları destekliyor, fotoğraflar mı oyunu bilmem ama oyunun hazırlık aşamasında büyük araştırma yapıldığı, büyük emek harcandığı açık! Ait olduğunu sandığın yerden koşarak kaçmanın ve hiç bilmediğin bir dil ve kültürün insanlarına sığınmanın nasıl bir his olduğunu sorgulatıyor fotoğraflar da. Soruyor, bu kadar emek harcayıp bu muhteşem oyunu sahneye koyan Volkan Özgömeç: İnsan Hakları Evrensel Bildirge'sine göre iltica hakkı temel bir insan hakkı olduğu halde denizde boğularak ya da kamyon kasalarında havasızlıktan ölen on binlerce mültecinin hesabını kim verecek?

Türkiye tam anlamıyla bir kaçak göç transit güzergahı aslında. Sığınmacıların büyük çoğunluğu ülkemizde geçici olarak yaşıyor ve üçüncü bir ülkeye geçmeyi bekliyor. Yani Türkiye bir "geçiş koridoru" olarak görülüyor. İnsanların neden buradan sadece geçtikleri, burada kalıp burada yaşamak istemedikleri de tartışılması gereken ayrı bir konu aslında. İnsanlar sadece geçiyorlar Türkiye'den. Doğudan, Orta Asya'dan geliyor. Afganistan'dan, Suriye'den, İran'dan, Irak'tan geliyor. Batıya, medeniyete, Avrupa'ya doğru gitmek istiyor. Neden kalmıyorlar, kalmak istemiyorlar ülkemizde?

Oyunculara söylenecek söz yok. Her oyuncu, rolünü yaşatıyor izleyiciye; oyunun içine çekiyor, acıyı ve sevinci doğrudan hissettiriyor. Neredeyse havasızlığı bile içimizde hissettik! Dekora gelince... Bir kamyon kasası ortamını çok güzel yansıtıyor dekor. Işığıyla (ışıksızlığıyla), kutularıyla, dikkatsiz şoförün ani frenleriyle o kadar iyi kurgulanmış ki; sanki biz de kamyonun içinde, onlarla birlikte yaşadık her şeyi.
Yalnız şunu belirtmek lazım: Ön sıraların yanlarında oturan izleyiciler, kasanın, oturdukları tarafın dış yüzünü görüyorlar. O kısmın içerideki dekorunu göremiyorlar. Ancak oyun kasanın ortasında oynandığı için büyük bir sorun teşkil etmiyor bu durum. Yalnızca selamlaşma aşamasında oyunda rol almayan kişilerin de selama çıktığını sanabiliyorsunuz:) Oyunun kitapçığı da  hazırlanmış. Oldukça kapsamlı, yönetmenden dekor tasarımcısına kadar emeği geçen pek çok kişinin görüşlerini yansıtan bir kitapçık... Ayrıca mültecilik ile ilgili kapsamlı bilgilere de yer verilmiş. Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu'nun da bir bölüm hazırladığı bu kitapçığın da konu hakkında bilinç düzeyini artırma konusunda önemli olduğunu düşünüyorum. Son olarak,  Can Atilla'nın da oyunun müziklerini hazırlayarak hislerin izleyici yansımasında büyük katkısı olduğunu söyleyeyim.

Nereye, 2013-2014 sezonunun en iyi oyunlarından. Mutlaka izlenmeli ve kaçak göçmenlerin bu yolculuğuna tanıklık edilmeli!

Selcan
23/01/2014
Ankara


20 Ocak 2014 Pazartesi

Siren Sesleri

Şu siren sesi, beynimi deliyor sanki. Artık her daim siren sesi duyuluyor Ankara'da. Polis mi ambulans mı belli değil. Bir vukuat mı var da böyle acı acı ötüyor yoksa keyfi mi çalıyorlar sırf trafikte yolları açılsın diye? Ambulans mesela... hastaneye hasta mı taşıyor yoksa belediye işçilerine baklava mı? Ya da o polis, altı üstü protesto gösterisi yapıyor diye öldüresiye dövmeye mi gidiyor gençleri yoksa hakikaten ciddi bir olay var da vatandaşın can güvenliğini sağlamak için mi siren çalıyor böyle?
Güzel ülkemin güzel başkentinde durmak bilmeyen siren sesleri...devletin kurumlarına olan inancımın ne kadar zayıfladığını gösteriyor!

Selcan
20/01/2014
Ankara

17 Ocak 2014 Cuma

Ne Sevmeyi Bildik Ne Sevilmeyi



Sere serpe yatıyordu önümüzde pişmanlık.
Aylardan eylüldü, örttük üstünü...
Yaşıyormuş gibi yaptık; seviyormuş gibi değil!
Kanadıkça içimizden sakladı yüzümüz
Gülümsedik kaderimize!..

Ne sevmeyi bildik biz ne sevilmeyi bu hayatta...
Varsa yoksa marifet bildik hep kaybetmeyi!
Öyle bir yol ki gittiğimiz; nereye sapsak hüzne çıkıyor!
Ama yaşamak dediğin kimisine ölümü öğretiyor...

Pusu kurmuş bekliyordu önümüzde pişmanlık.
Bir ucundan tutuverdik, örttük üstünü...
Yaşıyormuş gibi yaptık; seviyormuş gibi değil!
Kanadıkça içimizden sakladı yüzümüz 
Gülümsedik kaderimize...

Ne sevmeyi bildik biz ne sevilmeyi bu hayatta!
Varsa yoksa marifet bildik hep kaybetmeyi.
Öyle bir yol ki gittiğimiz; nereye sapsak hüzne çıkıyor...
Ama yaşamak dediğin kimisine ölümü öğretiyor!


16 Ocak 2014 Perşembe

Uçuş-Konuş


İstanbul
14/10/2013


Garip Bir Düzen - 2

Şehirli, bir avuç toprak görmeye hasret. Köyünden çıkıp gelen dedeler nineler dışında kimse toprakla uğraşmıyor artık. Son nesiller meyvelerin, sebzelerin nasıl yetiştiğini bilmiyor. Çocuklar dalından koparıp bir elma dahi yiyemiyor artık. Domatesin gerçekten nasıl koktuğunu bilmiyor...

Köylü, köyün bitmek bilmeyen telaşından bıkmış. Tarla-bahçe işleri, hayvanların bakımı, günlük telaşeler... Tarlası var, yetiştirdiği "organik" ürünleri şehirlilere satıp ekmek parası çıkarmaya çalışıyor. Toprakla sürekli iç içe, dalından domates toplamak sadece bir iş onun için...

Şehirli, yol kenarında tarlaları görüp bu organik sebzelerden almak istiyor. Tarlanın başında kovalar var, ister gir kendin topla, ister toplanmışların içinden seç. Şehirli, AVM'lerle doldurulmuş kentte görmediği tarlanın heyecanına kapılıyor. Alıyor eline kovaları, dalıyor tarlaya. Doya doya domates topluyor tarladan. Kokluyor, hissediyor, dallarını okşuyor... Hem organik sebze satın alıyor hem de kendi sebzesini toplamanın verdiği ayrıcalığı...

Köylü, tarladan sebze toplayıp getirmekten bıkmış, yorulmuş. Kolay değil öyle her gün defalarca tarlanın derinliklerine gidip yetişmiş sebzeleri bulup toplamak. Ama para da kazanması lazım. Koyuyor kovaları tezgahın önüne. Toprağa hasret şehirlilerin hevesini biliyor. Tarlasında gezmelerine izin veriyor, istediğiniz ürünü kendiniz toplayın diyor.

Böylece hem şehirli memnun hem köylü. Şehirli, bir tarlada kendi elleriyle domates toplamanın mutluluğunu yaşıyor. Köylü ise kendisi için yorucu olan tarladan ürün toplama ve tezgaha kadar taşıma zahmetinden kurtuluyor. Her iki tarafından memnun olduğu bir alışveriş bu...

Selcan
Ankara
16/01/2014

   

11 Ocak 2014 Cumartesi

Lady Justice



... is on her deathbed in Turkey, with her eyes wide-open, sword broken and scale unbalanced.

God bless her!