27 Aralık 2012 Perşembe

Kızılca Gün



27 Aralık 1919’da Gazi Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişi, milli mücadelenin seyri ve Kurtuluş Savaşı'mızın başarıya ulaşması açısından son derece önemli bir dönüm noktasıdır. 93 yıl önce bugün Mustafa Kemal, Ankara’nın köylerinden ve kasabalarından akın akın gelen binlerce atlı ve yaya seymenin oluşturduğu “Seymen Alayı” ile genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek onbinlerce Ankaralı tarafından büyük bir sevgi seli içinde karşılanmıştır.

Atatürk’ün Ankara’ya gelişinde düzenlenen Seymen Alayı basit bir karşılama töreninden öte, ülkeyi içinde bulunduğu karanlıktan kurtaracak yeni bir liderin,  Ankara halkı ve seymenler tarafından seçilmesi anlamı da taşımaktadır. Büyük Önder’in etrafında etten bir duvar ören Ankaralı'ların gerçekleştirdiği bu sivil oluşum ve tarihte eşine az rastlanır halk desteği, milli mücadeleyi sürdürecek olan Büyük Önder’e ve Kuvayı Milliyeci'lere olağanüstü bir moral ve güç vermiştir.

Ankaralı'ların karanlık bir dönemin kapanıp aydınlık bir geleceğe geçiş müjdelediği inancıyla "Kızılca Gün" olarak adlandırdığı bu tarihi günde gerçekleşen Seymen Alayı, aynı zamanda, seymenlerin ve Ankaralı'ların Büyük Önder’e kayıtsız şartsız verdikleri desteğin de somutlaşmış bir ifadesidir. Atatürk, gerek Ankara’nın tarihten gelen cumhuriyet bilinci, gerekse kendisine gösterilen heyecan ve coşkunun zirveye çıktığı bu müstesna desteğin etkisiyle Ankara'mızı önce milli mücadelenin karargâhı, sonrasında ise en büyük eseri olarak nitelediği Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti seçerek onurlandırmıştır.
 
Milli mücadelenin başlangıç günlerinde Ankaralı'lar Mustafa Kemal’i coşkulu bir biçimde karşıladıkları gibi, Kurtuluş Savaşı’nda ve cumhuriyetin kuruluş sürecinde de verdikleri olağanüstü destekle Atatürk’ün gönlünde müstesna bir yer kazanmışlardır. Bu değeri Mustafa Kemal, “Ankara’nın ve Ankaralı'ların benim gönlümde bambaşka bir yeri vardır.” sözleriyle ifade etmiştir. 

Gazi Mustafa Kemal’in Ankara’ya teşriflerinin 93’üncü yılında Büyük Önder Atatürk’ün, silah arkadaşlarının ve bu vatan için canını veren şehitlerimizin aziz hatırları önünde saygıyla eğiliyor, Ankaralı'ların ve tüm vatandaşlarımızın 27 Aralık bayramını kutluyorum. 27 Aralık coşkumuzu paylaşmak üzere yapılacak törenlere ve düzenlenen etkinliklere değerli basınımızı ve tüm Ankaralı'ları bekliyoruz.

                                                                                                     Dr. Metin ÖZASLAN
                                                                                                    Ankara Kulübü Derneği
                                                                                                             Başkanı

Kaynak: Ankara Kulübü Derneği

26 Aralık 2012 Çarşamba

Aşk Hastası


22/12/2012
Cüneyt Gökçer Sahnesi

"Mitolojik öyküde Prometheus, toprağı su yerine kendi gözyaşları ile yoğurarak elde ettiği balçıkla bir insan heykeli yapmıştır. Ne ki; cansızdır bu heykel. Aciz, biçaredir. Prometheus, kendi eliyle yaptığı bu insan heykelinin haline üzülmüş ve ateşin hükmedicisi Hephaistos'un ocağından bir kıvılcımı çalarak -kimi kaynaklara göre güneşten- bu heykele üflemiş, ona ruh ve can vermiştir..."


Sahne, bir tiyatro sahnesi... Divan edebiyatının ünlü şairi Şeyh Galib'in hayatı ile ilgili bir oyun sahnelenecektir; ancak oyuncu bundan pek hoşnut değildir. Zira o, Shakespeare'in, Goethe'nin oyunlarında oynamak istemekte; bu oyunu kaba ve değersiz bulmaktadır. Derken aynı oyunda rol alan kız arkadaşı, oyuncu ile bir tartışmalarının üzerine intihar eder ve oyuncu, sevgilisinin intiharının sebebini provalarını yaptıkları bu oyunda aramaya başlar... Bir taraftan kız arkadaşının intiharında kendinin de payı olduğunu düşünür, diğer taraftan engel olabilecekken olamadığı için çaresiz hatta suçlu hisseder. Böylece oyuna verir kendini, yemeden içmeden kesilecek kadar üstelik...

Oyuncu, herkes gittikten sonra tek başına tiyatroda kalıp provalarına devam ediyor. Ancak bir anda kendini oynadığı karakterle özdeşleştirerek oyunu "yaşamaya" başlıyor. O andan itibaren kah Şeyh Galib oluyor, dönemin şair geçinenlerine kafa tutarak yeni şeyler yazmak gerektiğini söylüyor; kah Aşk oluyor, Güzellik'e kavuşmak için çöller aşıyor, dağlar deliyor, yanıyor, yakılıyor... 


Şeyh Galib'in, "Saki medet! Bela pazarında dert saçıyorum. Sözüm bitti. Gam sermayesi tükendi. Gönlümdeki İsa'yı susturma, Gam'ın iyisine müşteri olmam için bana söz akçesi gerek. Şarap ver ey letafet gülü. Şarap ver ve neyi hikaye ettiğimi sor. Şems-i Tebrizi'nin feyziyle hayat bulan "ney" parçası kalemim. Aşk'ın sözlerine çeki düzen verip bana aşkın destanını söylet." diyerek eserini yazmaya başlamasıyla başlıyor oyun. Şairin bu medet çağrısı, yeni şeyleri yeni üsluplarla söyleme isteğinden kaynaklanıyor. Ancak aynı zamanda şairle yakın ilişki içinde olan dönemin padişahı III. Selim'in de Avrupa'da başlayan yenileşme hareketleri sonrasında özellikle orduda yapmak istediği yenilikleri izliyoruz. Her ikisinde de yeniliğin, sanatta olduğu kadar imparatorluğun toparlanmasında da etkili olacağı fikri hakim. Peki ya aşkta yenilik nasıl olacak? Güzellik aşka aşık olmuş bir kere, kız kısmı olarak kendini geri çekmek, "sevilen" olmayı beklemek yerine coşmuş duygularıyla "seven" olmuş... Aşk rahatsız bu işten, erkek olarak seven olmak, güzelliğin peşinden koşmak istiyor...

İstanbul alev alev yanıyor o dönem. Bir evde başlamış, yapıların çoğu ahşap olan İstanbul'un yarısını kül edecek kadar büyümüş. Durdurulamıyor... Şeyh Galib alev alev yanıyor o dönem.  Büyük bir aşka tutulmuş... Oyuncu alev alev yanıyor bugün. Bir taraftan düşüncelere dalmış, sevgilisinin intiharının ardındaki sebep, hüsn ile aşk, Şeyh Galib; diğer taraftan yan binada çıkan yangın tiyatroyu da sarmış... 

Oyun, oyuncunun zihninde yaşadığı bu zaman ile provaları yapılan oyun ve o oyunun geçtiği zaman arasında gel-gitlerden oluşuyor. Evde merakla oğlunu bekleyen annenin ara sıra çaldırdığı telefonu, bugüne taşıyor seyirciyi. Diğer zamanlarda ya Şeyh Galib'i izliyoruz ya da Hüsn ile Aşk'ın dansını. Dans, evet. Bol danslı bir oyun bu. Aşkın coşkunluğunu, dalgalanmalarını, hırsını, anlık mutluluk ve mutsuzluğunu çok iyi hissettiren danslar, bu açıdan çok başarılı. Tabi ki dansa eşlik eden müzik de öyle. Bu iki unsurun oyun içindeki tamamlayıcılığı iyi kullanılmış. Ancak eski dilde edebi cümleler de oldukça bol kullanılıyor oyun içinde. Bu kısımları anlamak zor doğrusu. Özellikle de bu oyun için esin kaynağı olan Hüsn ü Aşk adlı eseri okumayanlar için...

Oyunda zaman zaman sahnede elinde silah ile "Kalbim neresi?" diye soran sevgili, hem silah sesiyle zıplatıyor seyircileri yerinde hem de düşündürüyor aşk ateşinin başladığı kalbi... İnsan aşkla bir olunca kalp de bedenle bir olur mu?


Oyunda sanki birçok konu -ki her biri ayrı bir tiyatro oyunu olabilecek kadar yoğun- aynı anda işlenmeye çalışılmış. Gereğinden fazla bilgi/mesaj veriliyor, gereğinden fazla olay izleniyor sanki. İnsan oyundan çıkınca duygusal anlamda bombardımana tutulmuş gibi hissediyor ve doğrusu biraz fazla geliyor bu. Sahnede izlenenleri sindirmek zaman alıyor...

Her şeye rağmen, oyundan çıkınca Şeyh Galib ve Hüsn ü Aşk'a dair daha fazla bilgi edinme merakı içinde kalıyor insan. Sırf bu yüzden bile başarılı bir oyun bence. Üstelik bu bilgi edinme faslında konuya dair yeni şeyler öğrenince "Haaaa..." dedirtecek kadar dolu bir oyun. Zamanla, daha çok öğrendikçe ve daha çok düşündükçe üzerinde, daha çok şey oturuyor yerine ve oyun daha çok hoşuna gidiyor insanın. Yazar, Şeyh Galib'in hayatını, Hüsn ü Aşk isimli eserini çok iyi yorumlayıp çeşitli göndermelerle günümüzdeki oyuna bağlamış. Bazı izleyicilerin oyundan sıkılmasına sebep olsa da göze soka soka değil; düşündükçe, okudukça, bilgi sahibi oldukça çıkıyor bu ortaya. Sanırım oyundan beklediği de tam olarak bu Kenan Işık'ın. Zira oyunla ilgili yazısında şöyle söylüyor:


"Oynadığı karakterle özdeşleşerek çıktığı bu yolculukta, tıpkı şairin yaptığı gibi oyuncu da kendini yeniden kurgulayıp tasarlayacak ve sonunda güzelliğe, hakikate ulaşacak mıdır? Yoksa başaramayıp kaybolup gidecek midir o girdap kuyusunun ateşlerle, kanlarla dolu labirentinde?

Tiyatro sanatının evrensel değerleri ile Platon'la, Shakespeare'le, Goethe'yle içinde yaşadığı coğrafyanın kadim, bir anlamda yerli, etnik, kültürel değerlerini Şeyh Galib'i, Mevlana'yı uyum içinde buluşturup yeni ve özgün bir sanatsal anlayış ve estetikle mi icra edecektir sanatını? Yoksa işin kolayına kaçıp batılı modelleri taklit etmeye devam ederek şu günlerde tiyatro sanatına dayatılan basit, kolay anlaşılır, sıradan, kalabalıkların hoşuna giderek seyircilerin salonları tıka basa dolduracağı kaba saba oyunlarla mı?

Seyirciye, bugüne oranla gelecekte içinde daha adil, daha özgür, daha uygarca yaşayacağı yeni bir dünya, yeni bir hayat öneren oyunlarla mı? Yoksa tıpkı Sultan III. Selim'in, üç kıtada hüküm süren atalarından kalma görkemli imparatorluğunun bir çöküşe sürüklendiğini bir şairin de uyarıları ile fark etmesinin acısı ve hüznü ile giriştiği yenileşme hareketine engel olan ve sonunda onu sarayın karanlık koridorlarında boğazlayan anlayışla birebir örtüşen gelenekçi, bilineni tekrar etmekten öte bir anlamı olmayan kerameti kendinden menkul komik (!) oyunlarla mı?"


Oyunu izlediğimiz 22 Aralık günü, izlediğimiz sahneye de ismi verilen oyuncu, akademisyen, yönetmen ve daha birçok özelliği ile başarılar elde etmiş olan Prof. Dr. Cüneyt Gökçer'in ölüm yıl dönümünden önceki gündü. Onun için ufak bir anma töreni düzenlenmişti. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin'in bizzat sunduğu bu törenin sonunda Cüneyt Gökçer'in, seyircilerin arasında bulunan eşi Ayten Gökçer sahneye davet edildi. Konuşmasıyla, ses tonuyla, tavırlarıyla o kadar sempatik ki Ayten Gökçer; bir taraftan asaletine hayran bıraktı diğer taraftan 3 sene önce kaybettiği eşini çok seven ve özleyen birinin samimiyetiyle herkesi duygulandırdı.

Selcan
26.12.2012
Ankara



La Pedrera


04/05/2012
La Pedrera
Barcelona, İspanya





20 Aralık 2012 Perşembe

33 Varyasyon

15/12/2012
Akün Sahnesi


Akün Sahnesi'ndeyiz. Sinemadan devşirme bu salon, amfi tiyatro şeklinde olduğu için özel bir havası var zaten. Ancak bu oyundaki dekor ve ışık, şimdiye kadar görmediğim türdendi.  İki katlı bir sahne var önümüzde. 5-6 bölmeden oluşuyor herbir kat. Sürgülü kapaklarla açılıp kah bir hastane kah disko, kah Beethoven'ın odası kah kütüphane, kah bugün kah dün oluyor. Almanya sokakları oluyor, orman oluyor, mektup oluyor, yağmur oluyor, soyut resimler gösterilerek izleyici ne olmasını istiyorsa o oluyor! Çok az dekor malzemesi kullanılarak ışığın teknik ve estetik kullanımıyla bu kadar çok şey olabilmesinin ardında emeği bulunan herkesi tek tek kutlamak lazım.

1800'lü yıllarda Anton Diabelli isimli bir müzik yayımcısı, kısa (ve çoğu kişi tarafından sıradan bulunan) bir vals yazarak o zamanın en iyi 50 bestecisinden bu valsin varyasyonlarını yazmalarını ister. Bu varyasyonları toplayarak yayımlayacaktır. Ludwig van Beethoven dışındaki tüm besteciler bu isteği kabul ederler. Beethoven, maddi sıkıntıların da etkisiyle, başta reddettiği talebi kabul ederek 1 yerine 6-7 varyasyon yazmaya karar verir. Ancak bu işe girişince Diabelli'nin valsi bir saplantıya dönüşür ve yıllarını harcayarak tam 33 tane varyasyon yazar. Hiçbir özelliği olmayan, alelade bir vals için 33 varyasyon!

Günümüzde ise azimli, kararlı, disiplinli bir müzikolog olan Kathrine, katılacağı bir müzik sempozyumu için bu konuyu araştırmaktadır. Beethoven gibi başarılı bir bestecinin bu valsi neden bu kadar önemsediğini, neler düşündüğünü, neler hissettiğini, neyi kanıtlamak istediğini bulmaya çalışmaktadır. Hatta bunun için ALS hastalığının ilerlemesine aldırmadan Bonn'a gidip özel izinlerle erişebildiği kütüphane arşivlerini inceleme fırsatını kaçırmaz. Beethoven'in Diabelli valsine olan saplantısı gibi Kathrine de bu gizemi çözmeye saplantılı hale gelmiştir. Karakter olarak kendisinden oldukça farklı olan ve aralarının sıcak olmadığı anlaşılan kızı Clara'nın tüm itirazlarına rağmen Bonn'a gider ve araştırmalarına devam eder. Aslında erkek hemşire Mike (ki sonradan Clara'nın erkek arkadaşı olur), bu hastalığa sahip kişilerin genellikle içlerine kapandığını, tüm vakitlerini sevdiklerine, ailelerine ayırdıklarını; Kathrine'in böyle hırslı, coşkulu çalışmaya devam etmesinin kendisine moral vereceğini, dolayısıyla iyi olduğunu söyler. Tedavisi olmayan, oyundaki söylemiyle "öksüz" bir hastalığa yakalansak biz ne yaparız acaba? Önümüzde 2-3 yıl kaldığını söylese doktorlar, her şeyden elimizi eteğimizi çeker, sadece ailemizle mi vakit geçiririz? Yoksa 'zaten ne zaman öleceğimi bilmiyorum; belki akşam eve giderken kaza geçirip öleceğim, kim bilir' diye düşünüp normal seyrine devam mı ederiz hayatlarımızın? Ya da hangimizin ölümcül bir hastalıkta dahi peşini bırakmayacağı hevesleri var? Bir sırrı çözmek, bir kitap yazmak, bir enstruman çalmayı öğrenmek, okulu bitirmek, işte ilerleyerek bir yerlere gelmek...her ne olursa, daha önce ölmeyeceğimizi bilmesek de daha fazla yaşamayacağımız bile bile canla başla çalışmamıza devam etmemizi sağlayacak, bize yaşama motivasyonu sağlayacak bir hırsımız, tutkumuz olacak kadar şanslı mıyız?

Oyun, bu hikaye çevresinde hem günümüzde hem de 1800'lü yıllarda ikili bir zaman diliminde geçiyor. Paralel iki evren gibi 2 katlı bir dekorun alt katında günümüz, üst katında geçmiş zaman izleniyor. Ve bu zaman dilimleri bazen birbiriyle o kadar örtüşüyor ki; farklı şartlar altında farklı kişiler tarafından farklı kişilere, aynı kaygılar ile aynı sözcüklerin söylenmesi ve aynı endişeler ile aynı şekilde reddedilmesi insanı düşünmeye zorluyor. Özellikle ilk perdenin kapanış sahnesinin, bu anlamda oldukça etkileyici olduğunu vurgulamak gerekir. Aynı anda 3 ayrı sahne: Beethoven ile Schindler, Gertrude ile Katherine, Mike ile Clara; benzer ikilemler arasında, benzer kararlar vermeleri gerekiyor, benzer tepkilerle sakinleştirilmeye çalışılıyorlar... 


Oyunda, ilişkilerdeki dönüşümler de düşündürüyor insanı. Örneğin, Bonn kütüphanesinde kendisine yardımcı olan müzikolog Gertrude ile tanışıyor Kathrine ve zamanla bu tanışıklık -Kathrine kabul etmese de- bir arkadaşlığa dönüşüyor. Hemşire Mike ile Clara, Clara'nın önceki başarısız ilişkilerine ve işine bile bağlanamamasına rağmen iyi bir çift oluyorlar... Ve Kathrine ile Clara, kötü bir anne-kız ilişkisini bırakarak birbirlerini anlamaya çalışıyorlar.  Hatta daha önce birbirine hiç dokunmamış olan anne-kız, hastalık sayesinde dokunmayı öğreniyorlar.

Beni etkileyen bir başka sahne, kütüphanede özgün taslak sayfaların incelendiği sahnedir. Beethoven'ın kendi el yazısı, karalamaları, hatta çalışırken yediği çorbanın lekelerinin bile bulunduğu 200 yıllık sayfaları inceleyen bir müzikolog kendini ne kadar mutlu hissetmiştir kim bilir? Dünyanın en iyi bestecilerinden birinin ellerinin değdiği, ilhamını yansıttığı o kağıtların orijinallerini görme düşüncesi beni bile heyecanlandırıyorken ömrünün geri kalanını bu işe adamış biri için ne kadar özel bir andır... Sadece özel izin verilmiş kişilerin erişebildiği ve eldeki yağın dahi bulaşarak kağıtlara zarar vermemesi için eldiven ile dokunulan bu kağıtları inceleme fırsatı bulmak bile büyük bir ayrıcalık olsa gerek...

Oyunda Clara ile Mike'ın birlikte bir konsere gittiği ve yakınlaşmaya çalıştıkları sahnenin sıradışılığından da bahsetmek gerek. Bu sahne öncesinde bir hareketlilik oldu salonda. Sonra bir ışık yandı. Dekordaki tüm paravanlar kapalı. Birden bir görüntü yansıtıldı karşıya. Clara ve Mike, konsere gitmişler, biz seyircilerin arasında yan yana oturuyorlar! Hem değişik bir ortam yaratarak seyircinin dikkatinin dağılmasını önledi bu sahne hem de oyuncuların mimiklerinin, hareketlerinin daha iyi görülmesini sağladı. Ayrıca bu sahne hem Clara'nın hem de Mike'ın aklından geçenleri ayrı ayrı gösterecek şekilde kurgulanmıştı. Bu da ayrı bir hoşluk kattı oyuna.


Beethoven'ın inatçılığı, aksiliği, huysuzluğu da güzel yansıtılmış oyuna; çılgınlığı, maddi sıkıntıları, otoriteyi hor görmesi de... Onun günümüzdeki yansıması olan Kathrine de benzer sıradışılıklara sahip aslında. O da aksi, huysuz... Bonn'daki yıllarında kendisine hep yardımcı olan Gertrude için "yalnızca bir tanıdık" diyor, kızının endişelerini umursamıyor, tüm itirazlara rağmen bildiğini okuyor... Beethoven'ı bu kadar sevmesi, hastalıkla geçen ömrünün son yıllarını onu araştırmaya adaması, kendini ona yakın hissetmesinden belki de...

Oyun ilerledikçe geçmişte Beethoven'ın hem duyma yetisi kaybı hem de varyasyonların sayını artırıyor. Günümüzde ise Kathrine'in hastalığının etkileri çeşitleniyor. Örneğin başta sadece kaslarında zayıflama varken hastalık ilerledikçe duygusal istikrarsızlık, dilini kullanmada yetersizlik, önce yürüteçle yürüyebilme sonra hiç yürüyememe gibi etki "varyasyonları" artıyor. Yeri gelmişken belirteyim: bu hastalık belirtileri, İpek Çeken tarafından öyle güzel yansıtılıyor ki insana; rol yapmak bir yana, kadıncağızın başına sahne arasında bir şey geldi; yine de oyuna devam ediyor sanıyorsunuz!

Annesinin hastalığının ilerlemesi ile Bonn’a ona destek olmaya giden Clara, bir taraftan yıllarca hep mesafeli olduğu annesini tanıyor, diğer taraftan çorbalar yaparak, annesini temizleyerek, onun çamaşırlarını yıkayarak destek olmaya çalışıyor. Belki de ilk defa bu kadar sorumluluk taşıyor. Ama tesadüfen bir kafeteryada otururken öğreniyor annesinin kendini ifade edemeyecek duruma geldiğinde morfin ile uyutulma planını ve plan gereği yapılması gereken her şeyin çoktan hazır edildiğini! Bu plandan Gertrude’in haberi var, Mike’ın var; sadece kendisinin yok. Kızıyor Clara, sinirleniyor, annesinin bu kararına üzülüyor: “Sana kim baktı bunca zaman? Yemeğini kim yedirdi, çamaşırlarını kim yıkadı? Demek ben onlar için yeterliyim; ancak hayatında bu kadar önemli bir kararı paylaşman için yeterli değilim!” İletişim kuramayacak kadar ilerleyince hastalığı hayatına son verilmesi isteği değişik bir düşünce...Ya iletişim kuramayacak duruma geldiğinde fikrini değiştirirse o insan? Ya her şeye rağmen nefes almaya devam etmek isterse? Paralize olmuş bir beden içinde kıpır kıpır bir ruh hali varsa ya? Ayrıca, böylesine önemli bir kararı bir "tanıdık" ve kızının erkek arkadaşı olan hemşire ile paylaşıp da artık aralarındaki buzların eridiğini sandığımız kızı ile paylaşmaması da düşünmeye değer. Artık birlikte yaşamalarına, her anında kızının yanında olmasına, her şeyine yardım etmesine, kızının kendisini artık anne olarak görmesine rağmen Kathrine Clara'yı kızı olarak göremiyor anlaşılan... Gertrude, "Belli ki kızın senin için sıradan bir valsten öteye geçememiş." diyor Kathrine'e. Sıradan bir vals kızı...ya da Beethoven'ın varyasyonlarında olduğu gibi her şeyin özü, başlangıcı... Hiçbir şeye uzun süreli bağlanamayan babasına çekmiş olsa da Clara bu kadar önemsiz olabilir mi annesi için gerçekten?

Hastalığın artık son evrelerinde halüsinasyon görüyor Kathrine, Beethoven ile karşılaşıyor. "Siz ne yapıyorsunuz burada?" diyor. Beethoven, arafta olduklarını söylüyor; meleklerin müziğini duyunca cennetten kaçtıklarını açıklıyor. "Meleklerin müziğini duyunca keşke sağır kalsaymışım diyorum." Aslında Kathrine de bir çeşit arafta; ama o dünyanın arafında. Ölümcül bir hastalığa yakanmış ve hastalık gün be gün bedenini ele geçiriyor. Ölümü yakın; ama henüz ölmedi. Yaşıyor ama kısa zaman sonra kendini ifade dahi edemez olacak. O zaman ne yok olacak hayatta (hala yaşadığı için) ne de var olabilecek (iletişim kuramadığı için)... Bu karşılaşmada Beethoven, duyma yetisini kaybetmesinden de bahsediyor: "Sağır olmam tam 25 yılımı aldı! Bir gün duyma yetimin azaldığını görüp umutsuzluğa kapılıyordum; ertesi gün biraz daha iyi duyarak tekrar umutlanıyordum. Bu umut ve umutsuzluk arasında tam 25 yılım geçti. Sonra tamamen sağır oldum da rahatladım! Artık umut yoktu. Ve ben en güzel müziklerimi ondan sonra yaptım." Kesinlikle öyle, umut ile umutsuzluk arasında kalan bir insanın ne kadar yıpranacağını düşünebiliyorum. Hele ki bu umut, bir besteci için duyma yetisini kaybetme konusunda ise... Kathrine bu konuda daha şanslı belki; hastalığını öğrendiğinden beri neler olacağını biliyordu, umut-umutsuzluk arasında gel-gitleri olmadı. Yine de Beethoven'ın en güzel bestelerini sağır olduktan sonra yaptığını bilmek, bir sanat icra ederken 'ilham' kaynağının duyularla elde edilen bir şey değil, insanın içinde, ruhunda hissettiği bir şey olduğunu düşündürüyor insana... Beethoven bu sahnede, güzel bir de nasihatta bulunuyor Kathrine'a: "Bırak, direnmeyi bırak..." Sahi, insan direnmekten ne zaman vazgeçer? Elimizde mi iletişim kuramayacağımız bir aşamada iken hastalığımız, yaşamaya devam etmek ya da direnmeyi bırakıp 'olduğu kadarı'na razı olup huzur içinde ölmek?

32 tane varyasyon besteleyen Beethoven, kendisi için endişelenen yardımcısı Schindler'e "İstediğim gibi bir son bulamıyorum!" diyor. Her şeyin sonu kötü değil tabi, bazı sonları isteriz. Peki nasıl olacağını seçebilir miyiz? Beethoven'ın varyasyonlarına bir son bulması gibi Katherine de hayatının nasıl sona ereceğini seçiyor önündeki alternatifler arasından...

...

Dekorun sadeliğinden ve özgünlüğünden bahsetmiştim. Biz ortaya yakın bir yerde oturduğumuz için böyle bir sıkıntımız olmadı; ama bu dekorda salonun kenarlarındaki koltuklarda oturan seyircilerin bakış açısının daraldığını, bazı yerlerde sahneyi tam göremediklerini bazı yerlerde ise sahne arkasını dahi gördüklerini duydum. Ayrıca paravanlar açılıp kapanırken kaçınılmaz olarak çıkan sesler de rahatsız edici olabiliyor. 

Dekor ve ışığın güzelliğinin yanı sıra Beethoven'ın varyasyonlarının da canlı olarak dinletilmesinin, oyuna ayrı bir tat kattığını belirtmek lazım. Görsel olarak sahnede notalar uçuşurken bir taraftan da melodileri dinlemek gerçekten keyif verici. Hatta Beethoven'ı beste yaparken izlediğimiz sahnelerde onun mırıldanmasının yanında piyanonun sesini duymak, bestecinin kafasında canlanan melodiyi somut olarak duymamızı, bu anlamda onun iç dünyasına bir adım daha yaklaşmamızı sağlıyor.

Bir esere dönüşmüş sanatsal yapıtın hem kendisini hem de yaratılma sürecini gösteriyor oyun. Öznesiyle, nesnesiyle, tamlamalarıyla bir eserin ortaya çıkışına tanık oluyoruz 1800'lü yıllarda... Diğer taraftan, bir akademisyenin, hipotezinden yola çıkarak açığa çıkarmak istediği bir bilinmezin araştırılma sürecini, bu uğurda vazgeçilen şeyleri ve harcanan emeği izliyoruz günümüzde... Hastalıkları görüyoruz, insanı aşama aşama ele geçiren ölümcül hastalıkları; yapılan işe duyulan tutkuyu; arkadaşlığı; anı yaşamayı; arafı ve araftan kurtulmayı...

Değişim ve değişklik belki de vurgulanmak istenen. Her şey bir değişim döngüsü içinde hayatta. Hatta ölüm bile varoluşun bir başka formu, bir başka varyasyonu...

Belki de oyun, hiçbir şeyi hor görmemeyi anlatıyor... "Sıradan bir vals"in aslında insanın içini kıpır kıpır yapabildiğini, teknik olarak yeterli olmayan müziklerin bile insanların diline dolanabileceğini... Ve büyük bir müzik dehasının, tek bir varyasyon yazıp geçmek yerine yıllarını onlarca varyasyon yazmaya adamasında, melodinin bu psikolojik etkisini görmesi, hissetmesi yatıyor belki... Basit bir valsten bile muhteşem bir eser çıkarabileceğini göstermek değil Beethoven'ın amacı; böylesine etkileyici bir melodinin olabilecek tüm varyasyonlarını çıkarabilmek belki... Kim bilir, belki bu da değil, 32 varyasyon yazmış bestecileri geçmek için, sırf aşırı hırsından yazdı belki bu kadar varyasyonu... Net olarak bilinmeyen bir konu bu. O yüzden oyunun sonunda "şu yüzden yaptı" diye açıklamak yerine seyirciyi neden üzerine düşünmeye yönlendirerek bitirilse daha etkili olurdu bence... 

Ben kafamda sorularla, düşüncelerle ve en güzeli, düşündükçe ortaya çıkan fikirlerle çıktığım oyunları seviyorum. Bu anlamda 33 Varyasyon, hem iyi bir oyunculuk hem özgün bir ışıktan dekor izlediğim, hem Beethoven hem ALS hastalığı hakkında bilgiler edindiğim (ve daha fazlasını edinmek üzere içimde bir merak uyandıran), üstelik de bunu bir müzik eşliğinde yaptığım bir oyun olarak benim beklentilerimi fazlasıyla karşıladı.


Oyunun kitapçığının basılmamış olduğunu öğrendiğimde yaşadığım hayalkırıklığını da yazmalıyım buraya. Bu oyun ve işlenen konular hakkında değil kitapçık, kitap bile basılabilecekken... Koleksiyonum eksik kaldı işte:(

Selcan
18/12/2012
Ankara
   

19 Aralık 2012 Çarşamba

14 Aralık 2012 Cuma

Kontrabas


06/03/2012
Oda Tiyatrosu

Bir adam, bir kontrabas - ki bir çalgıdan çok daha fazlası olduğunu oyun sürecinde anlıyoruz - ve iç içe geçmiş kontrabaslardan oluşan bir dekor, başarılı bir ışık düzeni, oda tiyatrosunun o oyuncuyla göz göze gelebilme ve gözlerindeki ışığı görebilmenin ve "oyuncuyu evinizin salonuna misafir etmişlik" hissinin verdiği sıcaklık... 

Dekorun ve ışığın güzelliğinden özel olarak bahsetmek gerekir yeri gelmişken: hayatın ve ona dair pekçok şeyin -aile, iş, kıskançlık, başarısızlık, sevgisizlik, aşk, arkadaşlar, kendini arayış vs. - bir çeşit hesaplaşma içinde anlatıldığı bu oyunda mavinin tonlarında ışıklandırılmş kontrabas şeklindeki dekor, hem görsel olarak keyif veriyor insana hem de kontrabasın simgelediği şeylerin hayatlarımızda nasıl da iç içe olduğunu, katman katman özümüzü sarmaladığını düşündürüyor. Başka hiçbir şeye ihtiyaç yok sahnede, adam ve hayatının merkezinde yer alan kontrabası yetiyor, yazarın anlatmak istediğini anlatmaya...

Sahi, ne anlatmak istiyor yazan, yöneten, oynayan bu oyunda?  Kontrabas çalarak babasından; ama bunu devlet orkestrasında memur olarak yaparak annesinden intikam alan bir adam mı bu? Platonik aşkı mezzosoprano Sarah'a kendini gösterebilmek için her konser öncesi aşkının adını bağırmayı düşünen bir romantik mi yoksa çalgısının şeklini bir kadına benzeterek cinsellik ile sanatı karıştıran bir seks düşkünü mü?

Bir hesaplaşma bence bu. Adamın, bir perdelik süre boyunca sahnede karşımızda kah kendisiyle kah diğer insanlarla yaptığı bu hesaplaşmadan kendi payına bir şeyler bulabiliyorsa izleyici, ne ala!


Kontrabas... Adamın kendini özdeşleştirdiği bir çalgı. Bir taraftan orkestranın olmazsa olmazı: Bir orkestra, şefsiz olabilir; ama kontrabassız asla! (...) Orkestra ancak ve ancak bir basın bulunduğu yerde başlar. Bası çekin alın, Babil’deki dil kargaşasının dik âlâsı çıkar ortaya! Ama diğer taraftan kullanışlı bir çalgı değildir kontrabas; çalgıdan çok insan yaşamına engeldir! Taşıyamazsınız, sürüklemeniz gerekir. Bir düşerse parçalanır. Evde hep etrafından dolaşmak zorunda kalırsınız. Öyle salak salak durur ortada! Bitmedi, kontrabasa olan hıncı, çalgının cüssesinden bahsederek dinmez adamın! Zaten gönüllü olarak başlamış değildir kontrabas çalmaya, kendi deyimiyle "gürültü" çıkarmaya; daha çok bakire bir kızın çocuğu olması gibi, rastlantısaldır bu durum! 'Davulun sesi uzaktan hoş gelir' misali, kontrabas da insanın ne kadar uzaklaşırsa o kadar iyi işittiği tek çalgıdır. Zaten kontrabas çalmak sırf kuvvet meselesidir, müzikle ilgisi arkadan gelir. Ayrıca, o hantal, yerinden kıpırdayamayan kontrabasın telleri, insanın parmaklarını nasır içinde, çalanını ise ter içinde bırakmaktadır. Ama en kötüsü; katı bir hiyerarşi içinde kurulu bir yapı olan orkestrada bu hantallık yüzünden en arkada yer almaktır! Bu enstrüman arka planda kalmaya mahkûmdur. Bu nedenle çalanı da arka planda bırakmaktadır: Bir de en arkadasın, alkış da alamıyorsun. Bütün alkışları kemanlar kapıyor, davulcu bile alkışlanıyor! 

Hepimiz böyle değil miyiz aslında? Yaptıklarımız ile dünyada fark yaratmak istiyoruz. Bir orkestrada görev almak, bir şeyler üretmek istiyoruz. Ve içten içe bu uğurda yaptıklarımızın diğer insanlar tarafından fark edilmesini, iyi işlerimizin takdir edilmesini bekliyoruz. Alkış bekliyoruz seyirciden! Sadece ön sırada oturan kemancılar değil, arka sıradaki bizler de övgülerden nasibimizi alalım istiyoruz. İnsanın doğasında var bu...


Adam, oyun boyunca hesaplaşmalarına devam ediyor. Geçmişiyle hesaplaşıyor mesela... Sanatla ilgisi olmayan baskın bir baba, aklı fikri sanatta olan zayıf bir anne ve küçük kız kardeş arasında; çocuk olarak annesini taparcasına sevmesinden, annesinin babasını, babasının kız kardeşini sevmesinden bahsediyor ve bu döngü içinde kendisini seven kimsenin olmadığını söylüyor. Nihayetinde babasına olan nefretinden memur değil, sanatçı olmaya karar veriyor; ancak annesinden öç almak için soloya en elverişsiz, en kullanışsız çalgıyı seçiyor. Geçmişinden gelen bu intikam hevesi ile hem annesine hem babasına inat, devlet orkestrasına girerek memur bir sanatçı oluyor! Diyor ki: Yok, gerçekten, insan anasından kontrabasçı doğmuyor. Kişiyi oraya götüren yol nice yanılmalardan, rastlantılardan, hayal kırıklıklarından geçiyor!..

Peki ya biz? Uğraştığımız meslekler kendi seçimlerimiz mi? Bizi buralara hangi yanılgılar, tesadüfler, umutlar, umutsuzluklar getirdi? Mesleklerimiz uyuyor mu yeteneklerimize? Adamın dediği gibi, kamyonlara bidonları kaldırıp durmadan çöp boşaltanlardan olsak başka biri çöp bidonunu bizden daha iyi boşaltıyor olsa gücenir miyiz? Solo çalmaya müsait olmayan bir enstruman çalan adam gibiyiz belki de. Kendimizi nasıl göstereceğiz işimizde; başarımızı, farkımızı nasıl göstereceğiz? Sevdiğimiz insanlara nasıl fark ettireceğiz kendimizi, toplumdaki hiyerarşi içinde en arkada oturmak zorunda kalan bir kontrabasçıysak? 

Adam, geçmişini, bugününü, hayatını kontrabas ile anlatmanın yanı sıra platonik aşkını da bu çalgıyla anlatır bize. Devlet orkestrasında yer alan bir mezzosopranodur Sarah. Bu öyle bir platonik aşka dönüşmüştür ki adam kah kızmaktadır Sarah'a kah aşkından divane olmaktadır. Kah kıskanmakta kah sıradan bir cinsellik nesnesi olarak görüp aşağılamaktadır. Adamın bu çalkantılar içinde bocalaması, aşkın kendi dengesiz yapısını da vurguluyor aslında. Aşk da böyle değil mi zaten? Hem sevginin hem nefretin zirvesine taşımaz mı insanı? Korkarak, kıskanarak, çaresiz hissederek, öfkelenerek yaşamaz mı insan aşkını? Oyunda da adam aynı hislerle dolu işte. Tüm gününü 'gerekli gürültüleri çıkaran' o hantal kontrabasla egzersiz yapmakla geçiren adam, orkestrada kendini geri plana attırdığı için kızmaktadır çalgısına. Bir taraftan da aşık olduğu Sarah'a ulaşmanın tek yolunun konser öncesinde "Sarah!" diye bağırmak olduğuna inandırmıştır kendini. Sarah, o güzel sesli mezzosporano, ancak bu şekilde fark edebilecektir kendisini. Oyun boyunca dilinden düşürmez bunu: Bir gün konser öncesi "Sarah!" diye bağıracak ve aşkını ilan edecektir. Peki yapabilecek mi bunu? Kendi küçük dünyasına bu kadar yoğunlaşmış bir insan, her şeye karşı öfkeli, herkese kızgın iken kendini ve sevdiği kızı rezil etmeyi, kendi işini kaybetmeyi göze alarak bağırabilecek mi opera öncesinde? Buna cesaret edebilecek kaç kişi var aramızda?

...

Müzikle ilgili gibi görünse de Kontrabas, izleyiciyi, seçtiği mesleği ve yaşadığı hayatı, neden bu seçimleri yaptığını, işini sevip sevmediğini sorgulamaya sevk ediyor. Ayrıca, orkestrayı toplumun bir aynası olarak nitelendirerek hayat dediğimiz çok seslilikte bizim yerimizin ne olduğunu, ne kadar önemli olduğumuzu, alkışlardan ne kadar pay aldığımızı, var oluşumuzla ne fark yarattığımızı düşünmemizi sağlıyor. Ve solo yapmaya elverişli olmayan kontrabas gibi biz insanların da tek başımıza yaşamaya elverişli olmadığımızı söylüyor.

Olcay Kavuzlu o kadar iyi bürünüyor ki oynadığı role; öfkelendiği zaman seyircilerin arasına dalıp tekme tokat dövmeye başlayacakmış gibi hissettiriyor.  (Hatta oyunun bir bölümünde seyirciye Camille Saint-Saëns'in Hayvanlar Karnavalı'nda kontrabasın hangi hayvan tarafından temsil edildiğini sormuştu. Bunu öyle öfkeli sordu ki; kimse yanıt vermeye cesaret edemiyordu. Bir süre devam eden sessizlikten sonra ben 'kanguru' deme gafletinde bulundum. O an verdiği tepki halen gözümün önünde: bana doğru uzatılmış bir kol (ve ucunda belirli bir şekle getirilmiş bir el) ile cevabın yanlışlığını belirterek "Fil!" diye bağırışı... Tüm seyircilerin önünde gelip beni pataklayacak sanmıştım:) Benzer şekilde romantik bir aşık, sevgisiz büyümüş bir çocuk, haksızlığa uğramış bir sanatçı, "her şeyin şimdi olduğundan başka türlü olması gerektiğini düşünen ama ne türlü olması gerektiğini de pek bilemeyen bir adam"...

Dekor ve ışık hakkındaki beğenilerimi de yazmıştım, daha fazla sabredemeyip metnin ta başında. Bu oyunun sahnelenmesinde emeği geçen üç önemli kişinin oyun hakkında yazdıkları da paylaşmaya değer bence:



Patrick Süskind (Yazar): 
Konusu -birçok başka şeyin yanı sıra- bir adamın, küçük odasında yaşayan bir adamın bütün hayatı. Bunu yazarken kendi deneyimlerime dayanabildim; çünkü benim de hayatımın en büyük bölümü gittikçe küçülen ve dışına çıkmakta gittikçe daha çok güçlük çektiğim odalarda geçiyor. Ama umarım günün birinde öyle küçük bir oda bulacağım ve bu oda beni öyle sıkı sıkı saracak ki çıkarken kendiliğinden benimle geliyor olacak. O zaman böyle bir odada oturup birden çok odada geçen iki kişilik bir oyun yazmayı deneyeceğim.

Metin Belgin (Yönetmen): 
Bu oyunu farklı kılan, birey ve topluma bakış açısının bir müzisyen üzerinden, üstelik solo çalmaya elverişli olmayan bir çalgının tutsağı müzisyen üzerinden yapılıyor olması. ... Oyunu Ankara Devlet Tiyatrosu'nda yeniden seyirciyle buluştururken salt kontrabasçının diyalog kurma çabasının ötesine geçip bilinçaltı dünyasının sınırlarını zorlayan, egosunun duvarlarını ören ya da yıkmaya çalışan, kendini ya da hayalindeki kadını çalgısıyla özdeşleştiren, giderek kontrabaslaşan bir insanın altını çizmeyi yeğledim.  Bunlarla birlikte oyunu dekorun ve ışığın görselliğiyle destekleyerek yorumladım. "Kalabalığın içindeki yalnızlığımız...."

Olcay Kavuzlu (Oyuncu): 
Tek kişilik bir oyun olan Kontrabas, karakterin iç dünyasında yaptığı serüven şeklinde gelişir. Bu serüveni yaşan adam, an gelir yüksek dağların doruklarından dünyaya haykırır; an gelir okyanusların derinliklerinde bilinmezliğe gömülür; an gelir yaşama sarılır; an gelir yaşamdan çılgıncasına kaçar. Seyirciye, oyundaki kahraman aracılığıyla esas soruyu yöneltir: Siz nasıl yaşıyorsunuz?


Selcan
13/12/2012
Ankara


12 Aralık 2012 Çarşamba

Yaşamamak

Bir kadın var
Beni onun iki eli, iki gözü kurtarır yaşamamaktan...

Kesiksiz Övgü
Turgut Uyar

Gururla Taşırım

Geçmişimdeki yaraları gururla taşırım benliğimde. Üzüntülerim, aldatılışlarım, hayalkırıklıklarım... Çok zor günlerden geçtim, çok zor savaşlar verdim kendi içimde. Çok yaralandım... Ama pişman değilim!

Bugün olsa yine yapmam! Ama o zaman yaptığıma pişman değilim. Benim yaralarım onlar, benim gazilik nişanlarım... Beni ben yapan değerler onlar. 

Gururla taşırım!

Selcan
26/03/2009 15:26
Ankara

11 Aralık 2012 Salı

Nazım Hikmet'in 'Memleketimden İnsan Manzaraları'ndan Onbir Tablo


24/03/2012
Akün Sahnesi

İzlemeyi çok isteyerek gittiğim oyunlardan biri de buydu. "Oyun nasıldı?" diye soranlara, "Güzel bir dinletiydi." diye yanıt veriyorum. Oyunda emeği olan sanatçılar bunu "okuma tiyatrosu" olarak adlandırıyorlar...

Oyunun (dinletinin) ismi, içeriğini tam olarak yansıtıyor aslında: Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları, Onbir Tablo...

Oyunun yönetmeni ve sunanı Rüştü Asyalı, Nazım Hikmet'in Memleketimden İnsan Manzaraları'nın her sanatçıya esin kaynağı olabilecek güzellikte, incelikte ve zenginlikte olduğunu vurguluyor. Hatta "Onbir Tablo" olarak sunulan metinde de belirgin olan tiyatro tadındaki anlatımın en çarpıcı yanlarından biri olarak şunu söylüyor: 1940'lardaki Türkiye ve dünya yapısının ve bu yapıda devinen her katmandan, her sınıftan insanın, 2010'lardaki Türkiye, dünya ve insan ile şaşırtıcı bir benzerliği var. Görüyoruz ki; geçen yetmiş yılda değişen bir şey yok! Sömüren aynı, sömürülen aynı! Çünkü "sömürü" sözcüğü ve kavramı, bütün sözlüklerde anlamını, ağırlığını, geçerliliğini ve "haksızlığını" hala korumakta!..


İnsanın dinlemekten hiç bıkmayacağı, sıkılmayacağı bir ses, anlatılanlarla uyum içinde bir piyanonun eşliği, iyi bir ışıklandırma, arkada 11 tane tablo - ki her biri rol zamanı geldiğinde sahnede parlıyorlar...

Bu oyun yerine Necip Fazıl'ın eserlerinin sahneleneceğine dair bir haber okumuştum geçtiğimiz aylarda. Neden 'ya o ya da bu' olması gerektiğini anlayamasam da Aralık sonuna kadar açıklanan programda yer aldığını görmek sevindirici. Henüz gitmemiş olanlar için son şans olabilir!

Kendinizi, dedenizin etrafında çoluk çocuk toplanmış ve onun anlattığı hikayeleri dinliyor gibi hissedeceksiniz... 

Selcan
11/12/2012
Ankara

7 Aralık 2012 Cuma

Hürrem Sultan

05/12/2012
Cüneyt Gökçer Sahnesi

Bu günlerde oldukça sık tartışılan bir konu bu. Bir tiyatro oyunu için bu sezon gereğinden fazla "popüler" bir konu olduğunu düşünüyorum. Belki de bu popülarite cezbetti oyun seçicileri, bilmiyorum; ama bu konuda senelerdir devam eden bir dizi varken ve bu dizi hakkında tartışmalar hiç dinmezken bu furyadan pay kapmak ister gibi bu oyunun sahnelenmesi beni şaşırttı doğrusu. Bilmiyorum, gündemde olanı gündemden düşmeden konuşmak da önemli olabilir; ama bence tiyatro, gündemden kendine pay çıkarmak yerine gündemi (en azından izleyicilerin gündemini) etkileyecek oyunlar sahnelemeyi tercih etmeli. Ankara Devlet Tiyatroları programında bu oyunun adını ilk gördüğümde hissettiklerim bunlar oldu.

Konu ile ilgili diziyi hiç izlemedim. Orada gösterilenlerle bu oyundakiler ne kadar örtüşüyor bilmiyorum. Hatta tarihi bilgi olarak sunulanlar, gerçekleri ne kadar doğru ve tarafsız anlatıyor, onu da bilmiyorum. Yine de bu tür tarihi oyunların bir belgesel değil, uyarlama olduğunu unutmamak gerektiğini düşünüyorum. Oyunun yazarı Orhan Asena'nın da dediği gibi "tiyatro bazen tarihten ödün de ister". Nitekim Asena, bu oyunu yazmadan önce yaptığı araştırmalarda öğrendiği (Şehzade Mustafa'nın öldürülmesi ile ilgili) acımasız tarihsel gerçeğin yerine daha insancıl, psikolojik çözümlemelerin yer aldığı bir sahne yazmış. Tarihi gerçeklerden bu konuda saptığını belirten yazar, "Tarih bağışlasın beni, kendine azıcık ihanet ettim; ama oyunumdaki Kanuni ve Mustafa kişiliklerini kurtardım." diye açıklıyor bu durumu. Tarihte yaşanan olayların doğruluğu, nasıl aktarıldığı, acımasızlığı bir başka makale konusu; ben sadece oyundan aklımda kalanlardan bahsedeceğim burada.


Konuyu bilmeyen kalmamıştır artık: Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Kanuni'den sonra tahta geçmesine kesin gözüyle bakılan başarılı, mert şehzade Mustafa'nın, padişahın başka bir cariyesi olan Hürrem Sultan ve işbirlikçilerinin kurnazca hazırlanmış tuzakları neticesinde Kanuni'nin gözünden düşürülmesi ve bizzat Kanuni tarafından verilen emirle öldürülmesi anlatılıyor bu oyunda. Ancak oyun, bu acımasızlığı değil; karakterlerin yaşadığı psikolojik çalkantıları vurguluyor. Örneğin Kanuni padişahlık ile babalık, devlet sevgisi ile evlat sevgisi arasında kalarak zor günler geçiriyor. Bir taraftan çok sevdiği oğluna güveniyor; ancak diğer taraftan "ya doğruysa, ya gerçekten Mustafam bunları yaptıysa" diyerek oğlunun yaptığı söylenenleri kendine yediremiyor. Gururu öyle baskın geliyor ki; adaletiyle nam salmasına rağmen öz oğlunu karşısına alıp işin aslını sormak, ona kendini savunma hakkı tanımak yerine işi araştırsın, doğruyu öğrensin diye bir aracı gönderiyor. Sonrasında Mustafa'nın babasının tahtına göz koyduğuna "3-5 yıl daha bekleyemeden" onu öldürerek yerine geçmeye çalıştığına ikna edilerek oğlunun katline karar veriyor. Ancak bu karar da kolay olmuyor. Bir tarafta çok sevdiği oğlu, diğer tarafta asırlardır devam eden bir imparatorluk, dedelerin, babaların mirası devleti... Kanuni, Mustafa ile dertleştiği bir sahnede, Mustafa henüz bir bebekken bir gün büyüyüp kendi yerine geçmeye çalışacağını düşünüp oğlunu duvarlara çarpma isteğinden bahsetmekte; bu korkunun kuşaklar boyu devam ettiğini, saltanatın her döneminde içten içe bu korku ile yaşandığını anlatmaktadır. O görkemli saraylar içinde, şatafatlı kıyafetler altındaki, bir emriyle dağları yıktırabilecek kişi bir padişah da olsa "Allah'ım ne zor hem padişah hem baba olmak!" diye yakınan bir insandır nihayetinde... 


Oyunda, Kanuni yalnızca tuzaklara düşüp oğlunu, en büyük veliahtını öldürten biri olarak yansıtılmamakta; insancıl özellikleri de vurgulanmaktadır. Örneğin, Mustafa öldürüldükten sonra onun suçsuz olduğuna inanan arkadaşları, yoldaşları bu işte parmağı olduğunu bildikleri Rüstem Paşa'nın başını istemekte, isyan çıkarmaktadır. Kanuni, bu isyana şaşırır "Bu kadar insan nasıl oluyor da bir ölüye bağlanabiliyor, bir ölüye... Ve öfkemden korkmuyorlar benim!" Sonra başlarında kim olduğunu sorar, şair Yahya olduğunu öğrenince merakı artar: "Bir Yahya vardı, Mustafa'nın arkadaşı; ancak biz onu şair bilirdik, nasıl olur da..." Rüstem sözünü keser Kanuni'nin "Garez, kin, haset!" der. Kanuni ise olgun bir tavırla "Neden muhabbet, dostluk, sadakat demeye dilin varmaz!" der. Bu insanların Mustafa'ya bağlılıklarını görür ve kabullenir. Şair Yahya getirilir sonra padişahın huzuruna, Mustafa'nın katledilişine dair yazdıkları, hem Rüstem Paşa'ya hem Kanuni'ye ağır ithamlarda bulunmaktadır:
Bunun gibi işi kim gördü kim işitti
Ki kıysın oğluna bir adalet timsali
Hatası belirsiz, günahı na-malum
Urgan ile şehit oldu o kutlu mazlum
Ancak Kanuni, bunu da büyük bir olgunlukla karşılar, Yahya'yı salıverir. "Halkımla benim aramda böyle sözünü sakınmaz uyanık kafalı insanlara ihtiyacım vardır. Bırakalım bu adam-lar yazsınlar... Onlar yazsınlar, sonra biz onların yazdıklarını alıp okuyalım... Bakalım yaptıklarımız dışardan iyi mi görünür, kötü mü?" diyen Kanuni'nin bu davranışı, devleti uğruna her şeyi -oğlunu bile- feda eden bir padişahın içinde bir merhamet, anlayış ve kendini geliştirme, halkına iyi davranma, onları mutlu etme isteği olduğunu gösterir izleyiciye. Zira Kanuni, bu halk şairlerinin kendilerine ayna tuttuğunu düşünür. "Yüzün temizse bak, değilse kaçın. Ben o aynayı birkaç kere kendi­me tuttum, ne söyler bilirim..."

Şehzade Mustafa'yı da Kanuni'nin yaşadığına benzer bir ikilem içerisinde izliyoruz. Hürrem Sultan'ın tuzaklarından, babasının kendisinin öldürülmesi yönünde karar verdiğinden haberdar olması, yakın arkadaşı şair Yahya'nın da ısrarları ile başkaldırıp babasının yerine geçmek ile babasının emriyle öldürülmek arasında kalmaktadır Mustafa. Ancak o, devlet yerine babasını seçmekte; ucunda ölüm olsa dahi babasına el kaldırmamaya karar vermektedir. "Babamı öldürüp tarih beni kötü anlatacağına; varsın babam beni öldürsün, tarih onu kötü anlatsın!" demektedir. Bir taraftan da babasının, doğrudan kendisine sormak yerine birini gönderip araştırma yaptırmasına içerlemekte; "O gururluysa ben de aynı kandan geldim, ben de gururluyum." diyerek tepki göstermektedir. "Ölümden korkum yok, bilirsin; ama ölümüm sana yük olsun, ağır gelsin istemem baba!" diyişinde de bu gurur olanca ağırlığıyla hissedilmektedir.


Oyunda Hürrem Sultan da kendi korkularıyla yüzleşmekte, Kanuni ile Mustafa'nın arasını açmak için yaptıklarını, hayatta kalma mücadelesi olarak savunmaktadır. Ona göre her şeyi kendi ve çocuklarının hayatlarını kurtarmak için yapmıştır. Mustafa'ya karşılık kendi başları vardır; doğal olarak kendi ailesini korumak istemiştir.

Oyun, o dönemde yaşananları, yazarın yorumladığı bir kurguyla sergilerken hayatta hiçbir şeyin tam beyaz veya tam siyah olmadığını da gösteriyor. Herkes kendince haklı; her davranışın iyi ve kötü sonuçları var; her insanın gücü olduğu kadar zaafları da var... Dolayısıyla hayat, iç içe geçmiş grilerden oluşuyor ve biz, hiçbir zaman mutlak hata, mutlak doğru, mutlak iyilik, mutlak kötülük bulamıyoruz hayatlarımızda. Bunların hepsi birbirine kaynamış durumda...

Oyun metni dışında söylenecek pek bir şey bulamadığım için sanırım metin üzerinde bu kadar uzun yazışım... Dekor, kıyafetler, takma sakal ve bıyıklar, ışık, hatta oyuncular... Özellikle belirtmeyi gerektirecek bir olağanüstülükleri yok; ancak 'eh işte' ile geçiştirilebilecek kadar işte...

Selcan
07/12/2012
Ankara


5 Aralık 2012 Çarşamba

Hüzzam

03/04/2012
Oda Tiyatrosu

Nisan ayında izlemiştim Hüzzam'ı, 2011-2012 sezonunda. Yıllar sonra tekrar sahnelenen bu oyunun, devlet tiyatrolarının resmi internet sayfasında yazan konusuna bakınca sıkıcı bir oyun izlenimi doğuruyor. O izlenime kapılmamalı ve bu muhteşem oyun, herkes tarafından izlenmesi için senelerce sahnelenmeli!

Oda tiyatrosunun küçük ama sıcak atmosferinde, tiyatroya gitmiş gibi değil de tiyatro sizin evinizin salonuna gelmiş, siz de arkadaşlarla toplanmış oyunu izliyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Ama bu sefer hayır, izlemiyorsunuz; tam olarak yaşıyorsunuz oyunu! 


Mahpeyker, paşa torunu, soylu bir aileden gelen, varlık içinde şımarık bir çocuk olarak yetişen, gençliğinde ailesinin istemediği bir evlilik yapan ve hayırsız bir evlat sahibi olan; ancak toplumun değişen şartlarına ayak uyduramadığı için artık yokluk içinde kalmış, paşa torunluğundan sekreterliğe düşmüş, hatta işsiz kalmış bir kadın... Oyunda kah geriye dönerek kah bugüne gelerek tüm bu olaylar anlatılıyor. 

Osmanlı İmparatorluğu'ndan cumhuriyete, hızlı kentleşmeye, sanayileşmeye doğru giden toplumsal değişmeye ayak uyduramayanların hikayesi, Mahpeyker'in hikayesi. Artık Osmanlı soyluları da onların torunları da yok bu yeni dünya düzeninde. Bunun çaresi de yok, dünya değişti, şartlar değişti artık. Peki, o zamanın şartlarına göre yetiştirilen Mahpeyker nasıl ayak uydurabilecek bugüne? Paşa torunluğundan yokluğa düşmeyi nasıl kaldıracak? Yetiştirildiği dönemin değer yargılarıyla yeni dünyanın değer yargıları arasındaki bu uçurumu nasıl sindirecek?

Güya tek kişilik bir oyun Hüzzam; ama sahnede o kadar farklı karakterler, o kadar farklı kişiler var ki şaşırıyorsunuz! Oyuncu Maral Üner hakkında söylenecek tek şey var: Bu muhteşem oyuncuyu izleme fırsatı bulduğum için kendimi çok şanslı sayıyorum. Sahnede kah şımarık bir çocuk, kah nazlı bir gençkız, kah zamanın değişimine ayak uyduramamış ve yalnızlaşmış bir paşa torunu yaşlı kadın... Bu karakterlerin her birini o kadar güzel yaşatıyor ki izleyiciye; sesiyle, mimikleriyle, jestleriyle o kadar güzel bürünüyor ki oynadığı karaktere; izleyici olarak kalmanız mümkün değil! Onunla gülüyor, onunla ıslanıyor, onunla üzülüyor, onunla ağlıyorsunuz... 

Oyun sonrasında seyirci ile sohbet etmeyi de seviyor Maral Üner. Seyirci ile paylaşmak istediği şeylerden bahsediyor, onların fikirlerini soruyor. Hatta bekleme salonunda büyük bir defteri var. O deftere, oyunla ilgili görüşlerimizi yazmamızı rica ediyor. Bu güzel oyundan sonra beğenilerimizi paylaşmak için çıkıyoruz salondan; ancak öyle uzun bir sıra oluyor ki defterin başında; bekleyemeden gidiyoruz... Şimdi oyunu düşündüğümde keşke yazsaydım diyorum. Eleştirmeye o kadar alışkınız ki; iş beğenilerimizi belirtmeye gelince sesimiz çıkmıyor. 

Mutlaka izlenmeli bu oyun... Ve o deftere yazmak suretiyle görüşler bu muhteşem oyuncu ile paylaşılmalı...

Selcan
05/12/2012
Ankara




4 Aralık 2012 Salı

Jerry ve Tom

02/11/2012
Stüdyo Sahne

En sevdiğim sahne, Stüdyo Sahne'nin önündeyiz. Biletlerimizi gösterip henüz açılmamış olan salon kapısının önünde sıraya giriyoruz. Malum, bu sahnede biletler numarasız alınıyor. İzleyicilerin içeriye alınmasıyla birlikte bir koşturmaca, yer kapmaca telaşı sarıyor insanı:) Biz de gayri ihtiyari sıra oluşturuyoruz kapının önünde: önce gelen en güzel yeri kapacak sanki. Ancak görevlilerin şaşkın bakışları ve uyarılarıyla karşılaşıyoruz: Neden sıraya girdiniz? Koltuklar numarasız, geçişi kapatmayın lütfen, şöyle dağılın... "Aslında tam da bu yüzden sıraya girdik" demek geçiyor aklımdan ama neyse diyorum. Hala bir an önce içeri girip iyi bir yer kapma telaşındayım. Ve nispeten önlerde yer aldığımız sıra birden bire bir izdihama dönüşüyor, geride kalıyoruz, itişerek kakışarak içeri giriyoruz...

İçeri girer girmez ilk şoku yaşıyoruz. Koltuklar sahnenin tam ortasında! Daha önce izleyicilerin oturduğu platformun oyuncular tarafından çevirilerek sıradaki sahneye yöneltildiğini görmüştüm; ama bu farklı. Bu sefer izleyicinin bizzat kendisi döner koltuklarda oturuyor. Salonun dört bir tarafı sahne. Farklı dekorlara sahip. Oyun sırasında hangi dekorun ışığı yanarsa anlıyoruz ki sonraki sahne orada, biz de o tarafa dönüyoruz. Işığın oyuncuyu takip ettiği görülmüş şeydir de izleyicinin ışığın peşinde kendi etrafında dönüp durması hakikaten ilginç...

Oyun, biri deneyimli biri çaylak, iki kiralık katili anlatıyor. Öyle ki bunlar gündüz bir araba satıcında çalışıyorlar; aileleri, çocukları var; hepimiz gibi restoranlara gidip yemekler yiyorlar; arkadaşlarıyla eğleniyorlar; çocuklarının okullarıyla, evin alışverişiyle ilgileniyorlar... Sıradan insanların sıradan hayatlarını yaşıyorlar yani. Ancak gündüz geceye döndüğünde ortaya çıkardıkları başka yüzleriyle yaşadıkları ikincil bir hayatları daha var. Ki bu hayatta şiddet başrolde! Şiddet hafif kaldı aslında, adam katletme başrolde desek daha doğru! 

Gündüz çocuklarıyla ilgilenen insanların gece olunca nasıl bir azılı katile dönüşebildiğini görmek ürkütücü aslında. Para uğruna, dostlarını dahi gözlerini kırpmadan öldürebilecek olduklarını bilmek dehşet verici... (Her ne kadar değerli gördükleri insanları öldürürken "öldürülürken biraz saygıyı hak ediyordu" deseler de ölen açısından yemek esnasında veya yemekten sonra öldürülmenin ne fark ettireceği bilinmez.) Hatta para vermeseler de olur; verilen işi yerine getirebilmek için yollarına çıkan, rahatsızlık veren, kendilerini korkutan başka insanları dahi katledebilirler mi? Bir kadını mesela, masum bir kadını?..

Peki bu kiralık katiller, ikincil hayatlarında tattıkları bu gücün, bir gün gelip de kendilerine döneceğini bilirler mi? Bugün, yaşlandığı için öldürülen, hatta bizzat kendi yetiştirdiği katiller tarafından öldürülen "usta katiller"in yerinde gün gelip de kendilerinin yer alacağını düşünmezler mi? Oyunun yönetmeni İlham Yazar'ın da ifade ettiği gibi "... durumu kanıksayacak ya da sınırlarını şaşıracak olurlarsa kırılıp yerlerini yeni piyonlara bırakacaklar. Ve biz, sabahları çocuklarıyla kahvaltı yapıp eşlerine gülümseyerek evden çıkan, hafta sonları komşularıyla piknik yapan adamlardan hangilerinin geceleri insan öldürerek para kazandığını asla bilemeyeceğiz. Çünkü şiddet Jerry, Tom ve diğerlerinin içinde; biz de şiddetin."

...

Oyun, genel olarak oldukça başarılı. Cüneyt Mete'nin (Tom) soğukkanlı, sert tavrı ile Jerry'yi canlandıran Özgür Öztürk'ün heyecanlı, hevesli, sabırsız tavrı oyundaki karakterleri güzel yansıtıyordu. Dansçı Yıldız Kaplan'ı (ki onun danslarına da hayran kaldığımı belirtmek isterim) saymazsak diğer tüm karakterleri canlandıran Ünsal Coşar şahane. Coşar, kah sert bir katil, kah romantik bir Elvis, kah bir korkak kah bir işadamı oldu oyun boyunca. Herbir rolünü o kadar iyi oynadı ki; bu kadar kısa sürede bu kadar farklı karakterlere bürünmesi, sanatında ne kadar başarılı olduğunu bir kez daha gösterdi izleyiciye.

Oyundaki dekorun özgünlüğünden bahsetmiştim; ancak müziklerden de bahsetmeden olmaz. Hikayelerle uyuşması, sahnelerdeki heyecanı, tedirginliği, coşkuyu, sıkıntıyı güzel yansıtması, müzik seçiminin başarısını gösteriyor. (Benim gibi sonradan çok dinleyesiniz gelirse müziklerin bir listesine buradan ulaşabilirsiniz:)

Silahların patladığı, insanların öldürüldüğü; ancak 'marazi bir mizah duygusunu da barındıran', oldukça ilginç bir oyun Jerry ve Tom. Dekoru, sunumu, oyunculukları ile "mutlaka izlenmeli" sınıfını fazlasıyla hak ediyor. Mutlaka izlenmeli...

Selcan
04/12/2012
Ankara

3 Aralık 2012 Pazartesi

You Took My Joy


I don't want you anymore 'cause you took my joy 
I don't want you anymore, you took my joy 
You took my joy, I want it back 
You took my joy, I want it back

I'm gonna go to west Memphis and look for my joy 
Go to west Memphis and look for my joy 
Maybe in west Memphis I'll find my joy 
Maybe in west Memphis I'll find my joy

I'm gonna go to Slidell and look for my joy 
Go to Slidell and look for my joy 
Maybe in Slidell I'll find my joy 
Maybe in Slidell I'll find my joy

You got no right to take my joy, I want it back 
You got no right to take my joy, I want it back 
You took my joy, I want it back 
You took my joy, I want it back

I'm gonna go to west Memphis and look for my joy 
Go to west Memphis and look for my joy 
Maybe in west Memphis I'll find my joy 
Maybe in west Memphis I'll find my joy

I'm gonna go to Slidell and look for my joy 
Go to Slidell and look for my joy 
Maybe in Slidell I'll find my joy 
Maybe in Slidell I'll find my joy

I don't want you anymore 'cause you took my joy 
I don't want you anymore, you took my joy 
You took my joy, I want it back 
You took my joy, I want it back 

You took my joy, I want it back 
You took my, I want it back

I'm gonna go to west Memphis 
I'm gonna go to Slidell

Lucinda Williams


   

Kış Gelmeden



22/11/2012
Altındağ Tiyatrosu


Anne-babalarını kaybettikten sonra büyük abla ve eniştenin yanında yaşam mücadelesi veren; ancak ihtiyaç duydukları "bir aile olma duygusu"ndan mahrum kaldıkları için herbiri ülkenin bir başka yanına dağılan üç kardeşin hikayesi bu. Futbolcu olma hayali ile evden kaçan erkek kardeşin, yıllar sonra ablasını bulma umuduyla geri gelmesi ile hem geçmişe doğru bir yolculuk yapıldığını hem de geleceğe dönük yeni kararlar alındığını izliyoruz oyunda. Bu bakımdan hem geçmişin acılarını hem de yaşam devam ettikçe tükenmeyecek olan umudu görüyoruz bu bir saatlik sürede...


Büyük abla, daha kendisi de çocuk denecek yaşta iken kardeşlerine annelik yapmak zorunda kalmış; bir taraftan sinirli, anlayışsız ve ilgisiz bir koca ile sırtlarına yük olan kardeşlerini idare etmeye çalışırken diğer taraftan kendi mutsuzluğunu bastırma çabasındadır. Sıradan hayatının tekdüzeliğinden güven duyan kocasının kendisine kötü davranmasını kabullenememekte; ancak terzilik yaparak para kazandığı halde kendi başına karar almaya, sesini çıkarmaya, terk edip gitmeye gücü yetmemektedir. Onun bu mutsuz hayatı kabullenişidir aslında kardeşlerinin kaçmalarının sebebi de. Kardeşlerini kocasına karşı savunamamakta, onları anlayamamakta, kardeşleriyle birlikte bir gelecek kurabileceklerini düşünememektedir. Yine de erkek kardeşinin dönmesiyle birlikte bu kısır döngüyü kırabilecek gücü kendinde bularak yeni bir hayata doğru yola çıkarlar...


Oyun, hem mutsuz, kasvetli ortamı hem de bodrum katındaki fakir bir evi yansıtması bakımından başarılı bir dekora sahip. Ayrıca, ışık ve perdenin başarılı kullanımıyla etkili gölge oyunları da sunuluyor. Bu perde oyunları, oyunun en etkili kısımlarını oluşturuyordu bence. Ancak bu sahneler dışında olağanüstü bir şey bulamadım ben oyunda. Oyuncuların performansının vasat, hatta bazıları için vasatın bile altında olduğunu söyleyebilirim. Bu durum, oyunu "yaşamak" yerine "izlememize" neden oluyor. İçine giremiyoruz olayların, sahnedeki o insanların rol yaptığını bilerek, görerek, rollerini hissederek izliyoruz.

Ayrıca, bir perdelik bu kısa oyunda (aldığınız oyun kitapçığına aldanmayın, orada 2 perde olduğu yazıyor) bir şeyler eksik kaldı hissi ile ayrılıyorsunuz salondan. Oyun derinleşemeden, karakterlerle daha yeni tanışmışken bitiveriyor sanki. Geçmişten, şu anda nerede olup ne yaptığı bilinmeyen diğer kız kardeşten bahsetmeliymişiz gibi hissediyorsunuz. Oyunun sonu bir son değil aslında; olsa olsa birinci perdenin sonu olabilir diyorsunuz. Ama kim bilir? Belki de yazarın asıl istediği, izleyiciyi tam da bu hislerle salondan uğurlamak ve hikayenin sonunu kendi zihinlerinde tamamlamalarını sağlamaktır... Yine de tiyatro oyunu izlemenin en sevdiğim yanı olan, oyundan çıktıktan sonra kafamda uçuşan düşünceler, birileriyle oyunu tartışma veya bir yerlere yazma isteği, daha önce sahip olmadığım bir bakış açısı gibi kazanımlarım olmadı bu oyunda.

Selcan
03.12.2012
Ankara